Erzurum şehir kültüründe pay sahibi şahsiyetler ve zamanımıza ulaşan izleri

M. Çetin Baydar

İnsanoğlu hal ve ahvalini beğendiği kimseleri kendine örnek alır. Beldelerin de benzemek için model aldığı şehirler vardır.

İslam milletleri Mukaddes Mekke Şehri'nin evrenin en şerefli beldesi olduğuna iman ederler. Nitekim Nemi Suresinin 91. Ayetinde yüce yaratan, elçisi Hz.Muhammed (S.A.V.)e şöyle buyurur:

De ki: "Bana ancak, bu beldenin yani Mekke'nin; onu mukaddes kılan ve her şey kendisine ait olan Rabbine kulluk yapmam emredildi/'

İslam beldeleri ve bu beldelerde yaşayan şehir sakinleri için Mekke model bir mekândır.

Nasıl bu mekânda yaşayanlara, Rablerine kulluk yapmaları emrediliyorsa, Mekke'yi model edinen İslam beldeleri sakinleri de, Allah'a kullukla vazifelidirler.

Erzurum'a şahsiyetini veren nesiller bu vazifeyi severek kabul etmiş, bu heyecanlı teslim oluşlarını, şehirlerinin İslam mülkünün kilidi ve iman ehlinin derbendi olduğunu ilan ederek tescil etmişlerdir.

Erzurum'un İslami kimliğini tebarüz ettirdikten sonra artık, genel planda şehirlerin kimliğindeki unsurları ele alabiliriz.

Şehirler, tarihin, coğrafyanın ve ilahi yazgının tayin ettiği misyonla “varlık sahnesi”ne çıkarlar

Köy, Kasaba, şehir...
İnsanlar, yerleşik hayatlarında bu mekânlardan birinde bulunurlar.
Konup göçenleri ile her yerleşme mekânının bir hayat serüveni vardır.

Evet! İkibin metrelik yüksekliği ve ikiyüzelli kilometrelik kutru ile Anadolu’nun kubbesi gibi duran Erzurum-Kars yaylası; bağrından çıkardığı Aras, Fırat ve Çoruh ırmakları ile Hint Denizi, Karadeniz ve Hazar Denizi’ne kollarını uzatır.

Yine bu kocayayla; Kafkasya, iran ve Anadolu coğrafyasının ortak sahanlığını oluşturur. İşte bu yüzden Erzurum Târihi, üzerinde bulunduğu coğrafyanın azizlikleri ile doludur.

Nasıl fay hattı üstünde kurulan şehirler sallanır durursa, kültürel bir ortak sahanlık konumunda olan Erzurum coğrafyası da, tarihin iniş çıkışları ile sürekli kımıldar.

Bu sahanlığı elde etme, yâni, Anadolu, Kafkasya Iran geçidine hâkim olma, bu bölgedeki tarihin Sultanlara, Hakanlara, Kayserlere, Şah ve Pâdişâhlara öğrettiği değişmez stratejidir.

Târihin hiçbir kahramanı, geçitlere atını sürmeksizin yol alamaz. Erzurum'un bir geçit şehir olarak fâtihleri baştan çıkaran füsûnkâr duruşunu, üzerine kurulduğu coğrafya hazırlar.
Geçit Şehir Olmak, "kültürler ummanı" na dalmakla eşdeğer. İşte bu sebeple /Erzurum'un sosyo-genetik kimliğinde/ milyonlarca kilometrelik bir coğrafya ile sayısız millet ve ırkın harmanlanmış değerleri söz konusudur.

Hiç umulmadık bir anda, bir Moğol kumandanı edasını, bir Horasan dervişinin müsamahasını, bir Semerkant bilgesinin rasyonalitesini bu topraktan fışkırmış olarak müşahede edersiniz.
Bütün bunlar bize, tarihin, coğrafyanın ve ilâhî yazgının tâyin ettiği misyonla şehirlerin "varlık sahnesi"ne çıktığını öğretiyor.
Küçük Asya'ya giden ve gelen yolları gözlemek için Doğu Anadolu'nun kubbesine âdeta bağdaş kurarak oturan Erzurum varlığında nice sırları saklıyor. Ve anlayanlar için fısıldıyor.

Geçitler, milletlerin can noktasıdır.

Bu itibarladır ki, Erzurum Târihi, bir mânada "Geçidi Bekleyen Şehir" in millî menkıbesini anlatır..

Özelde Erzurum üzerine yaptığımız bu tesbitler kafi ve vafidir.
Ancak bir de şehirlerin genelde anlatılacak öyküleri var:
Şimdi onlara temas edelim:
Köy, Kasaba, şehir...
İnsanlar, yerleşik hayatlarında bu mekânlardan birinde bulunurlar.
Konup göçenleri ile her yerleşme mekânının bir hayat serüveni vardır.
Eğer bu serüven kalıcı izler bırakmışsa o yerleşme mekânının tarihçesini yazmak kolaylaşır.
Köylüler, kalıcı eser bırakma yarışında şehirlilerden hayli gerilerde kalırlar.
Köy yerinde sanatkâr yetiştirmek zor, belki imkânsızdır.
Buna mukabil, sanat ve sanatkârları olduğu içindir ki şehirler kalıcı izlerin sahibi olurlar.
Şehirlerdeki kalıcılık, sosyal tabakalaşmanın bir sonucudur.

İnançlar, felsefeler, ekonomik teklifler, siyasi ve askeri talepler şehirlerin bu sosyal katmanlarına gelir.

Şehir halklarının dışarıdan gelen bu taleplere verdiği cevap farklı olur. îşte bu farklılık, şehir kimliklerini hazırlar.

Askeri hareketlerin ağır bastığı hudut şehirleri "Serhat" olarak adlandırılır.
Ekonomi ön plandaysa burası artık"bir ticaret şehri" dir.

İnanç ve felsefenin yoğunlaştığı şehirler ise kültür ve sanat dünyaları ile anılırlar.

Erzurum, Mecusi İran karşısında Bizans'ın; Şii İran Karşısında Osmanlı'nın; Hıristiyan Gürcü ve Ermeni karşısında Saltuklu ve Selçuklu'nun; sıcak denizlere inmeğe çabalayan Çarlık Orduları karşısında "Osmanlı Son Yüz Yılı"nm serhaddı idi. Zira o "Geçidi Bekleyen Şehir" di.

Erzurum bu muhafızlığını Müslüman kimliği ile icra ediyordu:

Erzurum kilidi, mülk-i İslâm'ın,
Mevla'ya emanet olsun Erzurum.
Erzurum derbendi ehl-i imanın,
Mevla'ya emanet olsun Erzurum.
Peki! Konu Erzurum'un ticari kimliğine gelince benzeri övücü dörtlüklere rastlıyor muyuz?
Ne yazık ki cevap olumsuzdur.
Her ne kadar "Erzurum çarşı-pazar" diye başlayan türküler söylense de, sermaye birikemediğinden ve karşılıklı mal değiş tokuşu olmadığından şöhretini tarihin sayfalarına kaydetmiş büyük ticaret erbabı bulamıyoruz.

Şimdi, geride bıraktığı iz bakımından çok daha verimli bir alana; kümbetler, köprüler camiler, çeşmeler, âlimler, dervişler, şâirler şehri Erzurum'a geçebiliriz.

Erzurum'daki hanlar, hamamlar, köprüler, kümbetler hiç şüphesiz yapı ustaları eliyle var oldu.
Bu ustalar acaba; Müslüman, Müşrik yahut Hıristiyan mıydı?

Ne yazık ki bu sorulara cevap teşkil edecek tarihi belgelere şimdilik sahip değiliz.
Ancak, Ermeni, Rum ve Gürcü'nün diktiği kümbet, kurduğu köprü yaptığı kilise ile Müslüman sanatçının inşa ettiği köprü, kümbet, medrese ve camii arasındaki nitelik farkı, bu alanda bize yol gösterici olabilir.

Müslüman yapı ustalarının güzellik anlayışı bu nitelik farkının temelidir.
Çifte Minareli Medreseyi, Yâkutiye'yi, Çoban Köprüsü'nü, Erzurum kümbetlerini yapan usta eller hiç şüphesiz aynı coğrafyada başka eserlere de vücut verdi.
Semerkand, Buhara, Taşkent ile benzeşen Erzurum yapılarını lütfen hatırlayalım.

Çini san'atını camii içinde cennet imajı için kullanan atalarımız bu imajı camii dışına da taşımış, Turkuvaz çinilerden bir dünya kurarak yaşadığı şehirleri adeta cennetten bir köşe haline getirmişlerdir.

Taş yapı dendiğinde ise Erzurum ufkuna dizili eserler saymakla tükenmez.
Çifte Minareli Medrese'yi taş'a can verircesine dünyada bir ikinci örneği olmayan şaheser yapan taş ustaları, gerek tasarımları ile ve gerekse çekiç tutan bilekleriyle Müslüman san'atkarlardı

Onlar, o taşları ince ince İslam'ın heybetiyle teşrif eden mümin ruhlardı. O mübarek ustalar, eserleriyle yüzyıllarca sonra Necip Fazıl'a şu iki mısrayı ilham edeceklerdi:

Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?
Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!
Taşın bir demir gibi yumuşatılıp "Çoban Köprüsü" namı ile Araş nehrinin boynuna asılan gerdanlığı da, bu cümleden olarak hatırlıyoruz.
Taş ne kadar sert ise Erzurum'un bilginlere, dervişlere şairlere bakan kalbi de o kadar yumuşaktır.
Kadı Darir, Nefi, ibrahim Hakkı, Aşık Garip, Aşık kerem, Emrah, Puşkin, Sümmani, Ketencizade Rüştü, Yeşilzade Mehmet Salih, Ömer Nasuhi, Alvarlı Muhammet Lütfü, Nurettin Topçu, Yaşar Reyhani ve Fethullah Gülen, haklarında ciltlerle kitap yazılmasını hak eden simaların önde gelenleridir.

Bu isimlere ek olarak uzak diyarlardan Erzurum'a olan sevgisini açıklayan Yahya Kemal'i bu arada hatırlıyoruz. O, İstanbul'a Üsküb'e, Bursa'ya dizdiği neşidelere bir anlamda ara verir ve

Ahd-i vefayı va'di tehî sanmasın ki dost
Gözden ırâğ olunca gönülden ırâğ olur
diyerek gönlündeki Erzurum sevdasını dile getirir.

Yahya Kemal, Erzurum'a gösterdiği vefanın boş bir vaad olmadığını, bu şehir ülkenin uzak bir köşesinde olsa da kalbinin baş köşesinde olduğunu söyler.

Şehirler, hangi coğrafyada bulunurlarsa bulunsunlar; dostları, düşmanları, yardakçıları, sömürücüleri, zorbaları, azizleri, ruhanileri, hümanistleri, velileri, asileri, münkirleri, münafıkları ile/renkli bir kimlik oluştururlar.

Bu renkli kimlikten Erzurum'un payına düşenleri teker teker yazacak olsak, söz uzar gider, insicam kaybolur.

İzninizle "Erzurum'da Bir İdeolojik Zorba Kimliği" başlığı altında bir bölüm açarak Selanikli Tahsin Uzer'in, şehir kimliğine olan menfi tesirlerini anlatmak istiyorum.
Erzurum halkı bu zatı, gâh Vali, gâh Bölge Valisi olarak gördü tanıdı.

Onun 1916 yılında Erzurum düşerken şehirde estirdiği dehşet, bir müddet sonra başlayacak Rus istilasını gölgede bırakacak seviyedeydi..

Sanki Erzurum ebediyen Rusların elinde kalacakmış gibi şehri en başta çifte minareli medrese olmak üzere berhava etmeye kalkan ve bu sırada yüzlerce masum hemşehrimizi öldüren kan dökücü, dehşet verici bir sima idi..

Cephanelikleri ateşe vermek suretiyle berhava ettiği binaların haddi hesabı yoktu.
Allah'a hamd olsun ki bu ideolojik zorba nın hesapları tutmadı ve Erzurum iki yıl sonra Rusların elinden kurtuldu.

Ama Erzurum'un bu adamdan çekeceği çile dolmamıştı.
Bu sefer umumi vali olarak Erzurum'a atanmıştı.Şehrin Müslüman kimliğini yok sayan uygulamaları da işte bu dönemde oldu.

Tahsin Üzer icraatları için Ankara ile mektuplaşıyor , Mustafa Kemal ile karşılıklı birbirlerine Ekselans diye hitap ediyorlardı.

Ancak Hakkı teslim etmek gerekir ki Tahsin Uzer'in umumi valiliğinde Erzurum, harp yaralarını sarmaya başladı, modern binalarla donandı, Trenle Ankara'ya ve büyük merkezlere bağlandı.

Buraya kadar, bir bakıma Erzurum'un kültürel röntgenini çekip O'nun bazı iç uzuvlarını teker teker görüntülemiş olduk.

Tabip nasıl röntgene bakıp hükmünü verirse, şehir felsefecisi de bu noktada Erzurum'un hayat serüveninin felsefesini yapacaktır.

Bu bahis üzre naçizane kanaatimiz şudur:

Erzurum temelde, yüzünü ilahi iradeye çevirmiş bir şehirdir.
îlâ-yı kelimatullah yolunun yolcusu olma azmindedir.
Mekke ve Medine ile aynı meridyen dairesi üzerinde bulunması da ayrı bir tevafuktur
Noksanları, kusurları ne kadar çok olursa olsun "Erzurum'un hak yoluna olan bu adanmışlığı", onu diğer birçok beldeden ayıran vasfıdır.