İsmail Emmi’yi Erzurum’un Cumhuriyet Caddesi’nde, geç gelen yaz güneşinin keyfini çıkaran neşeli ve hareketli kalabalık arasında, Hemşin Pastanesi’ne giderken hatırlıyorum. Sakin, mütevekkil çehresinde Anadolu insanının yüzlerce yıllık kahrının izleri: derin çizgiler… Zaman kadd-ü kametini yay gibi eğmiş, derin düşüncelere dalmış, iki büklüm yürüyor. Tezyinatını yaptığı camiden yeni çıkmış; üstü başı yağlı boya lekeleri içinde kalmış; sakalı her zamanki gibi uzamış; ama kaşları çatılmış, sert sert bakan gözlerinde çilekeş Anadolu’nun bitmez tükenmez yaşama azmi ile yürüyor. Ermeni katliamından kalma boyacı İsmail Usta yürüyor; bir tarih yürüyordu…
Karşıdan gelen kadim dostu muzip, neşeli, esprili gömlekçi Hatem Usta’dır. İki yanına salınarak, tesbihi elinde, muhabbeti tebessümde, muziplik ve neşesi şaşı gözlerinde: “Selamün aleyküm Usta! Nerden gelip nereye gidersin?” diyerek koluna giriyor ustanın. Ben arkalarından yetişinceye kadar, Hemşin’de bir masaya oturup bir demlik ısmarlamışlar bile. Pastacı Nail gözlerinin içi gülerek karşılar şimdi onları. Hemşin müdavimleri birer birer sökün eder.
Üniversiteden hocalar gelir sohbete: Genç, yaşlı, kerli-ferli, fukara-i sabirinden, medrese mollalarından, taife-i memurinden her kısım insanlar gelir Hemşin üniversitesine; eşi bulunmaz bir mahfildir; birazdan öyle doyulmaz bir sohbet-i yaran olacak ki tadı yıllarca damaklarda kalacak. Erzurum’dan ayrılanlar gittikleri yerlerde hasretle bu sohbetleri anacak ömür boyu…
“1327 yılında Erzurum’un yirmibeş kilometre garbında Alaca köyünde dünyaya geldim” diyordu usta. “Birinci umumî harp patladığında ufak bir çocuktum. Babam ve iki amcam askere alındılar. Amcalarımdan biri Kılıçgediği’nde, diğeri Köprüköy muharebelerinde şehid oldu. Ordu Erzurum’dan çekilirken artçı muhaberelerinde, babam Kayapazarı’nda aldığı ağır bir yara ile köyümüze getirildi ve kurtarılamayarak orada vefat etti. Ben validem ve üç kardeşim ile amcamın bilâveled olan ailesi bu suretle yetim kaldık.” Küllü men aleyhâ fânin! (Yeryüzündeki her şey onda fânîdir). “İki sene Rus işgalinde kaldıktan sonra, Ermeni işgaline düştük ve Ermeniler çekilirken 1918’de köyümüzün ahalisini kâmilen katlettiler, köyümüzü yaktılar. Katliam hengâmesinde benimle bir kız kardeşim yaralı olarak cesetlerin altında kaldık. Bir saat sonra gelen Türk ordusunun öncüleri bizi ölülerin altından çıkarmak suretiyle ilk tedavimizi yaptılar. Daha sonra hemşiremi yakın köydeki bir akrabamın yanına gönderdiler. Beni de ordunun karargâh arabası ile getirip Erzurum’da halamın yanına verdiler.”
Usta üç dört sene mahalle mektebinde okur; medreseler kapanınca tahsile devam edemez; sıvacılık, boyacılık sanatını öğrenip hayata atılır; ancak, Solakzade Sadık Efendi, Tivnikli Faruk Efendi, Ahmet Şirani Efendi gibi son devir ulemâsının sohbetlerinden feyz alarak ve kendi gayreti ile durmadan okuyarak geniş bir tarih kültürüne sahip olur.
Son devir Osmanlı şivesi ile anlattığı nefis tarih sohbetlerinin bir kısmı, Mustafa Kutlu tarafından derlenerek, “Siyasî Tarih Üzerine Konuşmalar” adıyla basılmıştır. Ustamız bir kaç gün önce vefat etmiş. Osmanlı devrinden kalma dost ve ustalarımız birer birer Hakk’a yürüyüp gittiler. 1987’de vefat eden Hatem Emmi için de bir yazı yazmıştım. Usta’nın vefatı vesilesiyle Osmanlı’dan kalma diğer üstatlarımızı da rahmetle yâd etmek isteriz. Ali Üsküdarî, Hattat Hamid, Süheyl Ünver, Kemal Batanay, Halil Can, Saatçi Hüsnü Emmi … Hepsi yaşlı çınarlar gibi ayakta öldüler. Evvela yaşadıkları ve sonra yaşattıkları tarih ve kültürü bize devredip, sonraki nesillerin mânevî vesâyetine sahip çıkmadan devrilmediler. İsmail Emmimiz bunların sonuncusu idi. Onun benim için diğer üstatlardan daha aziz bir vasfı vardı: Yalnız ve sıkıntılı günlerimde hem-derdim olmuştu… Doktoraya başladığım yıllarda, eşim vefat etmiş; kader beni bir kaç yıl hâne-harâb etmişti. O yılları İsmail Usta, Hatem Usta, Naim Baba, Tahmisçizade İsmail Efendi, Nuri Hoca, Yavuz Baba ve diğer dostların muhabbet ve sohbeti ile oyalanarak geçirdim. Hamdım, o sohbetler sâyesinde piştim. İsmail Emmi Hemşin’de oturur, bir müddet konuşur, birden izin alır ve kalkardı. Rica, minnet fayda etmez, daha fazla oturmazdı. Hemşin’den kalkınca ya Gündoğdu kahvesine yahut başka bir yere giderdi. Eve gideceğinden değil, lâkin kifâf-ı sohbet edince kalkardı. Bu hususta ustaya benden başka kimsenin nazı geçmezdi. Benim ara sıra Hatem Usta’ya kadayıf dolması yaptırmak, Ustayı ve diğer yârânı da alıp, üniversitedeki lojmanıma götürüp, muhabbete orada devam etmek âdetim vardı. İsmail Emmi bu uzayıp giden sohbet tekliflerimi hiç reddetmezdi. Arasıra benim talebeler Ustaya gider, “Emmi, bu Şahin Uçar garip şeyler söylüyor!” derlermiş. Usta gıyâben beni metheder, “istifade etmeye bakmalarını” söylermiş. Bazen, latîfe olsun diye, İsmail Emmi’ye çatar, söylediklerini istihfâf ederdim. Hiç gücendiğini görmedim. Engin tecrübesi ile kalpten gelen hürmet ve muhabbeti bilirdi. Usta ciddî âdem idi; pek latîfe etmezdi; bazen birilerine küfreder de gülersek ne âlâ… Muhabbeti koyulaştırmak, söze revnak ve latîfe katmak Hatem Emmi’ye düşerdi. Senelerce muhabbet ettik. İsmail Usta’dan sıkıldığımız zamanı hatırlamıyorum. Usta hem mîr-i kelâm idi, hem siyasetçi idi. Vaktiyle, Hatem ile birlikte Millet Partisi’ne epeyce emek verdiği için, siyaset dersini Bölükbaşı’dan almıştı.
Çankaya Müftüsü Nuri Hoca (şimdi Diyanet İşleri Reisi) anlatıyor; Emirgan Kahvesi’nde oturuyorlarmış: Partizanlar gelmiş. Selamet Partililer gelince usta bir müddet Erbakan’ın meziyetlerinden dem vurmuş. Onlar gitmiş, Adalet Partililer gelmiş: Demirel’i övmüş. MHP’liler gelince de Türkeş’in meziyetlerinden bahsetmiş. Nuri Hoca diyor ki: “Usta ne yapıyorsun? Hepsini övüyorsun.” Usta kasketini başına geçirmiş: “Oğul bilirsen heç birinin galbini gırmiram!” demiş. Zaten ustamızın kalp kırdığı hiç görülmemişti. Nazım geçtiği için ustaya kötü kötü takılırdım. Bir gün davet etti: Üniversite Camisi’nin tezyinat ve yazılarını yapıyormuş: kampüste ustayı görmeye gittim; nasıl bulduğumu sorunca, alabildiğine tenkit ettim. Taç kapıyı yapan ustanın işçiliğini methedip, baklava dilimlerini kötü yerleştirdiğini söyledim. Ne caminin minaresini beğendim, ne ustanın tezyinat ve yazılarını! Kubbeye “Kul küllün ya’melü âlâ şâkiletihi” (Herkes kendi karakterine, hâline göre hareket eder) yazmış… “Usta, bu yazın olmamış; sen buraya benim Kûfî Fâtiha’mı yazsan olmaz mı? Hem telif ücreti de istemem, hayrım olsun!” dedim: “Oğul, senin Fâtiha, Kûfî yazı, güzeldir; amma onu kimse okuyamaz” dedi. Sonradan Kemal Batanay’dan -talik meşkinden- arkadaşım olan Hasan Çelebi geldi. Ustanın yazısını silip yerine Hâmid’in bir yazısını yazdı. Ustaya takıldım: “Bir de Hâmid’le yarışmaya kalkarsın; benim yazıyı yazmadın, bak Allah senin yazıyı da sildirdi” dedim. “Oğul bilirsen” dedi, “Sen o gün camiyi, yapılan işleri tenkit ettikçe Erzurum’un dadaşları fena bozuldular, dediler ki: ‘Bu adam ne konuşuyor yahu?’ Ben dedim ki, ‘uşak siz onu bilmezsiniz, benim eyi ahbabımdır; kıymetli adamdır, bana latîfe ediyor’, yohsa seni dögerlerdi”….
Hatem Emmi ile benim latifelerime hiç aldırmazdı. Bir gün Hemşin’de oturuyoruz. İsmail Emmi dedi ki: “Oğul bilirsen, bu camilere hep Ebubekir, Ömer, Osman, Ali yazmışlar. Hazreti Muhammed’den başka peygamber ismi yazmamışlar. Diyirem ki, bunlar büyük âdemler idi, lâkin büyük peygamberlerin ismini niçün yazmamışlar. Allah nasib ederse ankaribü’z-zeman peygamber isimleri yazacam ben de, ne dersen?” Dedim ki: “Emmi çok yahşi düşünmüşsen, yaz bir gün inşaallah!” Geçen yıl Çetin Baydar’dan duydum. Usta tezyinatını yaptığı camilerden birine: “Âdem, İbrahim, Musa, İsa” yazmış. Turistin birine de nutuk çekiyormuş: “Bilirsen bunlar aslında bizim peygamberimizdir. Lâ nuferriku beyne ehadin min rüsulih: Biz onun elçilerinden hiç birini diğerinden tefrik etmeyiz!” diyormuş. Duyunca çok güldüm. Bir gün pastanede turistin biriyle konuşurken, bir dadaş hristiyanlara söğmüş, usta demiş ki “Oğul bilirsen, Müslümanlığın yarısı yahudilik, yarısı da Hristiyanlıktır, ele bilir bilmez söğme!” Bir gün yobazlık ettiğini görmedik. Amma ârifi billâh idi. Bu gün Bekir Soysal hatırlattı: “Hatem Emmi’nin diktiği cübbeyi iyi sakla!” deyince aklıma geldi. Hatem Emmi bana çok güzel bir kanadyen takım dikmişti. O sıra uzun bir de sakalım vardı. Bir gün muziplik olsun diye, “bu kanadyen takımda iş yok” dedim. “Kanadyen de ne imiş bre emmi, bir cübbe ile bir börk dikmeliydin ki” dedim. İsmail Emmi de, “Hatem senin baban da şapka isyanında asılmıştı, rahat dur!” diye tahrik edince, Hatem Emmi dayanamadı: bana mor renkli bir lata (cübbe) ile bir börk dikti. Hevesle latayı giydim, ama bir cuma namazı vaktine denk getirmiş Hatem Emmi, dedi ki: “Haydi cumaya!” baktım kurtuluş yok, “Emmi ben bu lata ile cumaya gitmesem, korktu diyecen, giyeyim bari!” dedim. Cumaya gittik, Ulu Cami’de kıldık. Hiç unutmam; güneşli, güzel bir yaz günü, Hatem Emmi de koluma girmiş, başımda kuzu derisinden börk, sırtımda mor lata, sakal göbekte, Cumhuriyet Caddesi’nde geziyoruz. Usta, iki yanına salına salına kaz yürüyüşü gibi bir tarz-ı reftâr ile hırâmân olmakta, ağzı kulaklarında bir çalım satarak yürüyor ki, deme gitsin; sonra yine İsmail Ustayı bulduk. Tabii, latamız şerefine, gelsin kadayıf dolması. Bir de Süleyman ve Hâkân Hoca ile birlikte bir payton tutup şehirde tur atışımız vardı meselâ… O zaman daha düz asistandık, ama Kırzıoğlu Hocamız sayesinde prens gibiydik. Şimdi gel de, o insanların büyüklüğünü, muhabbetini minnetle hatırlama…
Usta tarih anlatırken tadına doyulmazdı. Onda çağımız uzmanlarına mahsus perspektif darlığı yoktu. Görmüş geçirmiş, büyük târihî hadiselerin içinde yaşamış Anadolu irfânı ile konuşurdu. İsmail Usta’nın ölümü, bir âlemin ölümü olmuştur. Her sene çıkarıp Ermeni katliamı hakkında konuştururlardı. Söyleyip yazmış olmamıza rağmen TRT’ciler usta ile röportaj yapmayı ihmâl ettiler. İşte Usta âlem-i ervâha göçtü. Geçen zaman geçmiştir; bir daha geri dönülemez. Yedi yıl oldu, ustanın sohbetlerine hasret kaldık. Erzurum’da onun sohbetlerinde bulunan dostlarla bir araya geldikçe, Hatem Usta ve İsmail Usta’nın sohbetlerini hasretle anardık, şimdi onları rahmetle anmak zamanı geldi. Küllü nefsin zâikatü’l-mevt! Bir gün, her nefis ölümü tadacaktır. “Hatırda ne cânân ne de dünyâ kalacak. Hem dünyâda kalan şey kuru bir nâm değil mi?” Dostlarının başı sağ olsun. Ömrünü camileri tezyîn ederek geçiren İsmail Usta’ya Allah, “ecrun gayrü memnôn” (arkası kesilmeyen sevab ve mükâfat) ihsan etsin. Hüve’l-Bakıy.
Prof.Dr. Şahin Uçar'ın Virtual Academia sitesinden (www.sahinucar.com.tr) alınmıştır. http://www.sahinucar.com.tr/?p=1171