ERZURUM ŞAPKA HADİSESİNİN 83.YILDÖNÜMÜ

24 Teşrinisani’de sabah namazını için Tebrizkapı taş mağazalar cihetindeki câmilere gelen cemaat, câmi çıkışında kimi adamların biriktiğini, kapı önünde bağırıp çağırarak tartıştıklarını gördüler. Artık şehir büyüklerini gidip evlerinden almanın vaktinin geldiğini, hükûmete baş vurmak için hâlâ neden beklendiğini soruyorlardı.
Bunlar düzmece isyanın ateşini yakmak işine muvazzaf kılınmış adamlardı. Yürüyüşü bir başlatsalar arkasının çorap söküğü gibi geleceğini pek iyi bilirlerdi.

Hükûmet hâfiyeleri başlangıçta câmi önlerinde kandırdıkları bir avuç insanla yola çıktılar. Arkalarına taktıkları saf, câhil adamlarla yolları üstündeki Cedit, Narmanlı, Emir şeyh, Gürcü Mehmet Paşa, Cennetzâde, İbrahim Paşa Câmilerine uğramak suretiyle yürüyorlardı. Şehrin işsiz güçsüz takımının bu kalabalığa iltihakı gecikmedi. Kalabalık arttıkça bağırıp çağırmalar fazlalaştı. Patırtıyı duyanlar sesin geldiği tarafa koşuyor ne olup bittiğini anlamak istiyorlardı:
”Şapka gavur kisvesidir Müslümân'a gerekmez, kâfir memur istemeyiz”
Bağıranların da yürüyenlerin kısm-ı âzâmisi yeni yetmelerle, çocuklardı.
Bu minvalde yürüyen kâfile yolda rastladıklarını aralarına almaya çabalıyor, sabah siftahı için açılan dükkanların birer birer kepekleri indirtilerek hükûmete yürüyen kalabalık artırmaya çalışılıyordu. Kalabalık yeni kapıya ulaştığında kopuk takımından birinin:
“Yürüyün müftü Efendinin konağına gidelim, gelip başımıza geçsin” diye seslendiği duyuldu. Kalabalık Müftü Efendinin kapısı önüne çark etti.
Solakzâde Sadık Efendi, evine kadar ulaşan şamatayı duymuş hazırlanmıştı. Kapısının önüne yığılanların hangi hesapla bağırıp çağırdıklarını, hatta kendine “gel başımıza geç” deme maksatlarını anlamayacak kişi değildi.
Ev kapısının önüne inip kapıyı açmış.
Kalabalık onu görünce müeddep bir eda ile susmuştu..
“Nedir istediğiniz?”
“Başımıza geçin, hükûmet adamlarına söyleyin biz şapka giymeyeceğiz”
“Hükûmetin işine karışmam, siz de yıkılın gidin buradan! Milletin içine fesat salmayın”
Oradakilerden dinledim Müftü Efendi kapıyı dışarıdakilerin suratlarına hışımla örtüp evine kapanmış. Solakzâde’nin bu hâlini görenlerden bir kısım âhâli, it kopuk takımını orada terk edip evlerine dükkanlarına dönmüşler.
Ama tertipçiler vazîfelerini ifa edecek ya, kalabalığı yürütmüşler. Bu arada Pırtın imamı Abdülmecidin bu kopuk takımına katılıp, kalabalığı coşturacak ilâhilere, tekbirlere zimamdarlık ettiğini bir çok kişiden rivayet edilir.. Bu adam ya iyiden iyiye gafillerden olmalı, yahut işin içinde başka hesaplar bulunmalı. Hoca Abdülmecit misilli başka şehir hocalarını da kalabalık arasında gören esnaf, yürüyen kâfileleri gördükçe peştamallarını kıvırıp kuşaklarına sokar kalabalığa katılırmış.
Kâfile Tebriz Kapısı’na yukarı çıkarken de Gullebi Akif Ağa dükkanının önüne çıkmış, bağırıp çağırarak geçenleri, bir zaman seyretmiş, rivâyet o ki, zaman zaman da onları azarlamış. Bunları hep üst üste koyup düşünürüm. Bu sahte nümayişin arkasında ne var, anlamak isterim. Sokaklardan toplanan kalabalık hükûmetin önüne geldikten sonra bu sefer:
“Vali çıksın sözümüz var” diye bağırmaya başlamışlar..
Vali çıkmadığı gibi vilâyetten bunlara cevap veren de olmamış.
Kâfilenin önüne düşenlerden biri :
“Beklemekle olmaz, vali evindeymiş yürüyün oraya” diye bağırmış. Bu döne alıp kalabalığı Çaykara’daki[1] Vali konağına götürmüşler. Aklı başında insanlar işin içinde olsa bu yapılır mı? Giden de yürüyen de, bağırıp çağıran da sokağın, çarşının bir anda kabartılan öfkesi netîcesinde peydahlanmış şuursuz bir kalabalık. İsyan diye bir şey varsa, cem-i cümlesi, bu çoluk çocuk it kopuktan ibaret.
Kalabalık vali konağının da önünde bir süre esmiş savurmuş. Muhatap ortada gözükmeyince iş, ana avrat küfürlere kadar gelip dayanmış. Ayak takımı ne kadar uğraşmışsa vali çıkıp tek kelâm etmemiş. Kalabalıktan biri “Valiyi pencere’de gördüm telefon elinde bir yerlerle konuşuyor” diye bağırmış İşsiz güçsüz takımından Karga Memmet namlı biri “ben onun telefonunu...” demesiyle, telgraf direğine tırmanması bir olmuş. “verin oradan bana bir kaddere “ diyip bir vuruşta telefon irtibâtını koparmış.
“Bu gözü dönmüş beyinsiz kalabalığa nasihat, edecek, durun bildiğiniz gibi değil, işin içinde oyun var diyecek Solakzâde’den gayrisi çıkmamış mı?”
“Çıkmaz olur mu? Kaç kişi tuzağa düşürülen bu şuursuz kalabalığın önünü kesmek istemiş. Hele rahmetli Hacı Galip Efendi..
Rahmetli Hacı Galip’e bu hesapta olmayan şamatayı haber verdiklerinde “Eyvah Erzurum oyuna geldi” diyerek dükkanından fırlamış, evvela hükûmete seğirtmiş, kalabalığın vali evine götürüldüğünü öğrenince bu sefer oraya koşmuş. Vak’a mahalline intikal ettiğinde kalabalığın iyiden iyiye edepsizliğe başladığını görüp ihtiyarını kaybetmiş. Halbuki müeddep adam, mehabeti çok, ömründe sesini yükselterek muhatabı ile konuşmuş değil. Buna rağmen dayanamayıp konağın sahanlığına çıkmış. Oradan nasihate yeltenmiş:
“Buraya neye geldiniz? vurup kırmaya mı, ricaya mı? Vali Bey’in bacısı hanımı bizim bacımızdır, kardeşimizdir, Yapmayın etmeyin ”
Ne demişse nafile.. Sözünü kimseye geçirememiş. “Senin yüksek makâmlarda gözün var” diye aşağıdan taş atıp mübarek adamı sahanlıktan indirmişler.”
Kalabalık bakmış ki buradan da iş çıkacağı yok, yeniden hükûmete yürümüşler, şuursuz gölge muhatap ararken hiddeti daha da artmış. Bu hiddetle hükûmet binasının camları kırılıp kül ufak edilmiş, kapılar pencereler taşlanmış. Bu dediklerim bir, bir buçuk saat içinde olup bitmiş.
Hükûmetin parmağının işin içinde olduğu oradan belli ki, bu taşkınlıklar yapılırken daha evvel hükûmet binalarına mevzilendirilen fotoğrafçılar “kim kalabalığa katıldı, kim bağırıyor, kim taş fırlatıyor” bir bir resim alırlarmış. Zaten silahları dolu jandarma müfrezeleri de giyinmiş kuşanmış Müstahkem mevki kışlasında teyakkuzda tutulup işâret beklermiş. Hükûmet binasını taşlamakla meşgûl kalabalık bölük bölük asker Hükûmet meydanına getirilip mevzilenince nihâyet ayıkmış. Taş atmayı bırakmışlar. Ama meydanı tutan bölüklerin ekseriyeti memleketin çocukları, tanıdık insanlar olduğundan, bağırıp çağırmaya devam etmişler.. “Bunların kalkıp babalarını, emilerini, kardaşlarını vuracak halleri yok!” kanâati ile böyle yapmışlar. Ama ortada bir vukûat var. Jandarma zâbiti meydanın ortasına dikilip:
“Yaptığınız kanunlarımıza nazaran bir cürümdür, eğer dağılmazsanız askere ateş emri vereceğim diye bağırmış”
Kimse yerinden teprenmeyince bu sefer :
“İlk sıra çök!” emrini vermiş.. Arkasından da ikinci emir:
“İhtar ateşi vaziyeti ”
Çöken ve ayakta kalan asker, tüfeklerini havaya tevcihle ileri uzatıp nihâî emri beklerlermiş
Ateşe hazırlanan asker karşısında kalabalık suspus olmuş, amma yine de dağılmayıp o halde beklermiş. Tabiî ki her işin bir sonu var. “Bölük ateş” emriyle tüfekler bir anda gürlemiş. Silahların patlaması ile kalabalığın dağılması bir olmuş. Birkaç gafil neferin havaya değil namlusunu kalabalığa çevirmesi netîcesi vurulup yere serilen üç kişi haricinde meydanda kimse kalmamış. Nerden bulmuşlarsa getirdikleri bir el arabası ile cesetleri hükûmet binasına taşımışlar

İşte Erzurum’daki idârecilerin Ankara’daki hükûmetle el ele verip dünyaya îlân ettikleri Erzurum isyanı bu vukûattan ibârettir.
Kalabalığı hile ile toplayan da, birkaç kişi telef ederek dağıtan da aynı irâdedir. Hâdisenin şahitlerinden olan hemşehrimiz jandarma başçavuşu Şâkir Efendi, “ahâli kaçıştıktan sonra hükûmet binasına atılan taşları askere toplattım. O vakit tek atla çekilen arabalardan bir tanesi tepeli doldu” demişti. Çoluk çocuğun fırlattığı taşlar haricinde isyana haml edilecek tek bir hareket yok! İsyan böyle mi olur?. Jandarma ateşi sırasında vurulan üç kişi için vazîfe dönüşü kışlada arbede çıktığını Trabzonlu bir çavuşun silahını havaya boşaltmak yerine kalabalığa sıkan bir neferi evire çevire dövdüğünü Şâkir Efendi ayrıca bizlere naklediyor”
Vukuata hangi taraftan bakılsa tertip kokusu var. Topu topu iki saat süren bir isyan. Eğer Ankara bu danışıklı oyunu oynamasa “haydi oradan iki saatte biten isyan mı olur?” diye sual etmesi lâzım, ama bunun tam tersini yapıp oyuna onlar da dâhil oluyorlar.”
Nitekim, Sarıkamış’ta alesta bekleyen dokuzuncu kolordu fırkasının yirmi dört saat geçmeden Erzurum’a intikal etmesi, alelacele örfi idârenin îlân edilip meclise tasdik ettirilmesi, Erzurum’da tarihin kaydetmediği bir insan avının başlaması bu tertibin mütebâkî kısmıdır. Üçüncü günün gecesinden başlamak üzere şehrin çarşılarına idâm sehpalarının kurulması asıl niyetin ne olduğunu gösteriyor.
Hükûmet pencerelerine, Vali Konağı’na yerleştirilen fotoğrafçılara yakalanan garibanlar, kelleyi yağlı urganlara verdi. Bunlar siyâsî temizliğin çerezleriydi. Asıl ifnâ edilecekler, hâdiseden çok evvel göze kestirilmiş, isimler bir tarafa kaydolunmuştu.
Örfi idâre îlân edilince şehrin tek hâkimi Vali Zühtü oldu. Vali Zühtü yaz ortasında aniden Ankara’ya çağrılmış, oradan döndükten sonra da, şehirde tarassut artmış, Erzurum mebusları dâhil mühim şahsiyetlerin arkasında hâfiyeler peydahlanmıştı. Görülmeyen telgraf, açılmayan mektup, tarassuta dâhil olmayan, han, otel yoktu. Göze gelir adamlar mezhebi, meşrebi, geldisi, gittisi, etlisi, sütlüsü, muvafığı, muhâlifi ile tâkibe alınmıştı. Bir mânada Erzurum’un sözü dinlenir, arkasından gidilir nüfuzlu adamlarının kütüğü çıkarılmıştı. Örfi idâre başlayınca bu kütüğü
üç adam, Vali Zühtü, Mevki-i müstahkem kumandanı Tatar H. Paşa Çetin altan’ın dedesi), Sarıkamış Kumandanı Asım Paşa önlerine alıp, bir harita ile nasıl sevkülceyş idâre edilirse asılacakları, sürülecekleri, dövülüp korkutulacakları Erzurumluları hep buradan çıkardılar. Görünüşte bir Dîvân-ı harbî vardı. Son çıkan kanunla Fırka kumandanlarına idâm salâhiyeti verilince, Dîvân-ı harbî demek, kumandanların iki dudağının arası demek hâline gelmişti. Adliye Vekili Mahmut Esat güyâ, işler adâlet vekâletinin kâidesince yürüyor intibâını vermek için bu üç kişilik heyete müddeiumûmi İbrahim Ehem’i de kattı. Hatta İbrahim Ethem’i bir yıllık kıdemle taltif edip gazetelere resimlerini bastırdı. Ama ipler husûsen Vali Zühdü’nün, Tatar H. Paşanın elindeydi.
Örfi idâre îlân edildiği gün “akşam namazından başlayıp ertesi gün, gün çalıncaya kadar kimse evinden çıkmayacak, çıkanlar ihtarsız vurulacak” dendi. Bu yasak birkaç hafta böyle gitti, Erzurum Câmileri haftalarca yatsı ile sabah namazlarında kapalı kaldı. Milleti sokağa adım attırmazlardı ama, gece yarısı polisler jandarmalar gelip evlerden fîzâh figan adam toplardı. Alıp götürülenler, ya fotoğrafçılara yakalanmış garibanlar, yahut hâdise evvelinde câmilerde, evlerde yapılan toplantılara dâhil oldukları ihbâr edilenlerdi.
Vukuatın devrisi gün, Asım Paşanın “isyan var” diye Sarıkamış’tan getirdiği asker kalabalığı şehre doldu. Fevkalâdeden vaziyet için manzara tamam edilmişti. Evlerinden alınan insanlar ceste ceste karakollara götürülüyor, buralarda sıra dayağından geçirilen insanların fîzâhi, dört bir yandan işitiliyordu. Bu hal günlerce devam etti. Hâdisenin üstünden üç gün geçmişti ki sabah mahalli evinden çıkıp işine gücüne gidecek insanlar şâhit oldukları manzaranın dehşeti ile irkildiler. Birkaç gün evvel oturup kalktıkları, selâm verip muhabbet ettikleri, kimi dostları, komşuları, çarşının ortasındaki sehpada, boynunda ferman, üstünde beyaz kefen bir sağa bir sola dönüp duruyordu. Korkulu fısıldaşmalar, yıldırım hızıyla şehre yayılıyordu:
“Bir tane de Gürcü Kapısı’nda var”
“Erzincan Kapısında da adam asmışlar”
Sehpada sallananları teşhis edenler duaya başlıyor, mazlumların yakınları saçını başını yoluyor, kafalarını duvarlara vura vura evlere mahallelere koşup, etrafa şivan düşürüyordu. Peki çâre? Çâre yoktu..
Köşe başlarını polisler, askerler tutmuştu. Mahallelerde devriye kolları tam tekmil devrederken öfkelenmenin, isyanın da artık mümkün olmadığını görenler bu sefer kolları kanatları kırılmış inliyorlardı.
Bu insanları asan güç neydi, kararı kimler veriyordu? Mahkeme, hâkim, müddeiumûmi hakîkatte var mıydı? O gün bugün meçhuldür.
Erzurum’da günlerce adam asıldı. Bu muhakemelerin ne zabıtları ortaya çıktı, ne de örfi idâre mahkemesi heyet-i hâkimesinın adı sanı bilinir. Ankara İstiklâl Mahkemesi Sivas’tan kopup süratle Erzurum’a gelseydi Sarıkamış’tan gelen alaylarla beraber Erzurum’a aynı günlerde vasıl olurdu. Ama bunu yapmadı. Kasten yapmak istemedi. On gün müddetle sağda solda dolaşıp, Erzurum’daki zulme çanak tuttu. Vali Zühtü, Tatar Hasan istedikleri temizliği yapsın hesâbı, bu şekilde işledi. Nihâyet Kanun-i evvelin (Aralık) altıncı günü akşamı Ankara İstiklâl Mahkemesi Heyeti Erzurum’u teşrif edebildi. Heyet geceyi geçirip ertesi gün otomobillerine binip gittiler. Güyâ kaldıkları gece dosyaları tedkik etmiş, hâdisenin müşevviki İttihatçıların Ankara’ya sevkine karar vermişler, ehemmiyetsiz olanları da Örfi İdâre hâkimlerine bırakmışlardı.
Tedkik edecek dosya var mıydı, asılanların mahkeme zabıtları tutulmuş muydu, bu sualler cevapsızdır. Ankara İstiklâl Mahkemesi Erzurum’a geldiğinde Halk fırkası yâranı, mektep talebelerini alıp onları karşılamaya gitmiş, oradan da misâfirlerini getirip ziyâfet masasına oturtmuştu. Filvâki mahkeme zabıtları, dosyalar olsa bile İstiklâl Mahkemesi Azâlarının Erzurum’da kaldıkları birkaç saat zarfında bunlara tedkik etmeleri elbetteki mümkün olmayacak bir iştir. Demek oluyor ki bu mahkemenin Erzurum’a gelişi bir merâsimi tamamlamaktan öteye gitmez.”

Bu istikamette 9.Kolordu Kumandanlığı’nın Mustafa Kemal’e tebliğ edilmesini istediği ibretlik bir yazı var:
Hükûmet konağı ile kumandanlık dairesi önünde toplanan Mevkı-ı Müstahkem Kıtaat-ı Zâbıtanı ve efradıyla memurun-i hükûmet ve belediye ve Halk Fırkası ve Ticaret Odası ve ahâliden bir çoklarının muvacehesinde Reisicumhur Hazretleri’nin Mevkı-ı Müstahkem Kıtaat-ı Zâbitan ve efradı hakkında takdir ve memnuniyetleri merâsim-i mahsusa ile tebliğ edilmiş ve hükûmet-i Cumhuriyemizin bu gibi hâdisat hakkındaki nokta-ı nazarı halkın anlayacağı bir surette ifa olunmuş ve bu hitâbe esnasında ahâliden birçoklarının teessürlerinden ağladıkları görülmüş olduğu bildirilmiş olmakla keyfiyetin Reis-i Cumhur Hazretlerine arz buyrulmasını rica ve istirham ederim Efendim.”

Düzinelerle insanın öldürülüp, sürgün edildiği bir şehirde halkın anlayacağı bir lisanla, konuşup onları teessürlerinden ağlatmak ne garip bir tecellidir.

Şimdi düşünüyoruz:
Bu vesâike niyet-i hâlis ile bakılacak olursa, Erzurum’da Cumhuriyet hükûmetine bir kısım ahâlinin isyan bayrağı kaldırdığı, zâbıtanın da askerleri kaldırıp Cumhuriyet idâresini vikâye ettiği fikr edilebilir. Ahâlinin teessürle ağlaması, tehlikeyi savuşturmaya kendilerinin gücünün çatmaması buna mukâbil ordunun imdât edip onları kurtardığı noktasına bağlanabilir. Ama hâdisatın bu şekilde inkişaf etmediğine yediden yetmişe bir Erzurum şâhittir. Vukuatı müteakip şehirden 2500 tüfek toplandığını o merâsimi yapan zâbıtandan daha iyi kimse bilmez. Erzurum uşağının nasıl bir muharip olduğunu da, yine aynı zabıtan, en âlâ bir biçimde müdriktir. Yunan Harbinde asker kaçağını durdurmak için nerdeyse her vilâyete bir İstiklâl Mahkemesi kurulurken, Erzurum gönüllü alayları Ermeninin işini bitirip garp cephesine koşacak ölçüde, silahın da askerliğin de hakkını vermişti. Velhâsılı bu şehir askerîne ordusuna, zerre miskal yan gözle bakmadı. Ama bunun tersini yapanlar oldu. Halkın anlayacağı lisandan, korkarım, idâm sehpaları kastediliyor, zîrâ o günün hâleti rûhîyesine tetabuk eder bir ifâdedir. Ahâlinin teessürden ağlaması da kanâati naçizeme nazaran halka ufukta gösterilen dehşetin idrâki ile alâkalı olmalıdır”

ERZURUM ŞAPKA DEHŞETİNİN KURBANLARI

İsyana elebaşılık etti diye asılıp sürülenlerin hüviyeti “isyan vardı yoktu” münakaşasını bir çırpıda bitirecek mahiyettedir. Hükûmet, bu sualin herkesin aklına geleceğini bildiğinden, asılanların birçoğunun adını sanını gizlemiştir. Ancak, bir takım kusurlar ve suçlar izafesine müsait isimler, hep ortada dolaştırılmıştır.”
Buna bir misal Pırtın İmamı Abdulmecit’tir. Mahkeme Reisi ve âzâları verdikleri beyânatlarda ondan hep “gavur imam yahut şeytan imam ” diye bahsettiler. Çok sayıda kadın alıp boşaması, Ermenilere hâfiyelik yapıp kürek cezâsı alması, bilahare afla mahpustan kurtulması, 1322 Erzurum ayaklanmasında [2] isyancılar arasında bulunması, ona atfedilen bozuk sicil mâhiyetinde telaffuz edilen şeylerdir. Benzeri kusurların tahmil edildiği ikinci şahıs Gullebi Akif Ağa’dır. (Rasim Gullebi’nin dedesi)
Gullebi Akif ağa Şapka Hâdisesinde asılanlar arasında şehrin en ziyâde tanınmış şahsiyetiydi. Varlıklıydı. Atı, arabası, konağı, dillere destan faytonu, yaylalarda besletip İstanbul’a aralıksız sevk ettiği hayvan sürüleri vardı. Son çeyrek asırda Erzurum’da yaşanmış hâdiselerin hep içinde olmuş, Erzurum’u işgal eden Rus ordusunun zâbitleri onun beşbin Osmanlı altınına Ermeni mîmâr Bogos Efendiye yaptırdığı konağını karargâh edinmişti. Ermeniler Erzurum’dan çekilirken yaptıkları katliamda Akif ağanın iki kardeşini şehit etmiş olsalar da sonradan çıkan dedikodularda Akif Ağa’ya bir çok menfi isnatlar olmuştu.
Gullebi Akif Ağa zenginliğinin verdiği imkânlarla asrîliğe yakın duran, yaşamasını seven, dünyevi temâyülleri olan biriydi. Mutaassıp bir Müslüman hüviyeti ile şapkaya muhalefet etmesi akla uyar bir iş değildir. Onun isyan etti bâhânesiyle asılması, kanâatimce Vali Zühtü ile Tatar H. Paşa arasında sır olarak kalmış meçhul mülahâzâların netîcesidir.
Bu üç kişiden Pırtın imamı Abdulmecit ile Hızarcı İsmail’i Gürcü Kapısında, Akif Ağa’yı ise Tebriz Kapısında aynı günde astılar.
Hızarcı İsmail’in asılması da calib-i dikkattir. İsmail, Hoca Muhammed’in üç babayiğit oğlunun ortancasıydı. Bu delikanlılar, inşaatlar önüne kurdukları tezgâhlarında hızar biçerek geçinirlerdi. Umûmi harpte üçü birden asker oldu. Küçük kardeş köprü köyünde şehit düştü. Bu adamın asıldığına bakma! Hızarcı İsmail kahramanlığı madalya ile tescilli bir delikanlıydı. Urus hududa vurduğunda bunların devriyesi Kötek’te sargışa düşmüş. Zâbitleri “bir yiğit yokmudur, sargışı yarıp olup bitenleri karargâha ulaştıracak” diye aranırmış. İsmail “kumandanım atını verirsen ben giderim demiş” dediğini de yapmış atın dört ayağını keçe bağlayıp gece karanlığında savuşarak, Urusun bütün hudut taburlarını esir ettiği haberini karargâha ulaştırmış. Erzurum istirdat olduktan sonra, bu ve benzeri yiğitlerin bir çoğu zayi olup gitti. İş kapısı yok, ekmek aslanın ağzında. Bu eskinin savaşçı yiğidi, kendine benzer kişileri peydahlayıp, bu sefer serkeşlikle, barbarlıkla geçinip gider olmuştu.. İsmail’in 'efoş' diye kendi gibi sergerde bir arkadaşı var. Bunların ayakları, karakollardan, mahkemelerden kesilmezmiş.
Nitekim, Kınalızâde Zühtü Bey anlatır:
“ Ankara’da İstiklâl mahkemesinde dâvaları görülürken Kel Ali “İsyancılardan kimleri tanırsın” diye sordu. Ben de “Hızarcı İsmail’den gayrisini yakından tanımam” demiş. Kel Ali ümitlenerek “Ya “ dedi “nerden tanırsın?”bakalım. ?dedi. Ben de “hâkimliğimden” diye cevap verdim ve ilave ettim: ”hâkimliğim sırasında belki on-onbeş kere önüme geldi, onu tecziye ettim, çapulcunun biriydi “

“Buna şaşırmadım, çeteden, barbarlıktan geçinen adamları suiistîmâl etmek işten değildir. Nitekim Şapka Hâdisesinde Tatar H. Paşanın el altından kışkırttıkları muhtemeldir ki İsmail ve benzeri şehir sergerdeleriydi. Halk Fırkasının müteberânından ve aynı zamanda ağavat takımından adı lazım değil biri, Vali Zühtü’ye akıl verip dermiş ki “Bu hızarcı İsmail asılmazsa bu isyan durmaz”.
Hâdisenin dördüncü yahut beşinci gününün seherinde İsmaili Gürcü kapısında astılar. İnfazı seyredenlerden işittiğime nazaran, jandarmalar Pırtın imamı ile Hızarcı İsmail’i meydanda kurulu darağaçların önüne beraber getirmişler. Pırtın imamının başında hoca sarığı, İsmail de ise kalpak varmış. Vazîfeliler son arzunuz nedir diye idâmlıklara sual eyleyince Pırtın imamı sukût etmiş Hızarcı İsmail “Arzum, Abdest Alıp iki rekat namaz kılmaktır demiş” Memurlar aralarında müşâvere edip “Haydi, istediğini yap” demişler. İsmail etraftan kendilerini seyredenlere bakmış, gözüne arkadaşı Efo dadaş ilişmiş “Ula Efo! gel bana abdest aldır” diye seslenmiş. Abdestini arkadaşının yardımı ile alıp, arkasından Gürcü kapı Câmisi’ne girerek iki rekat namazını kılmış. Sonra da sehpaya çıkıp kellesini celladın yağlı urganına uzatmış.

Hoca Sâlih Efendi sözü, Hükûmetin idâm ettiği eşhas arasında en fazla itham ettiği kişilerden biri olan Gaciroğlu Osman Efendi’ye (Merhum Naci Gaciroğlu’nun dedesi, Gaciroğlu’nun büyük dedesi)çevirdi:
“İsmet Paşa, vukûatın olduğu gün meclise izâhatta bulunurken, çarşıyı kısmen kapatıp, önce hükûmetin önüne bilahare Vali konağına yürüyenlerin birkaç kişiden ibâret olduğunu, bunlar arasında casuslukla şöhret yapmış adamlar bir de şeyhler olduğunu söylemişti. Asılanlar listesine bakılınca şeyhten murat edilenin de Nakşibendi hülefası Gaciroğlu Osman Efendi olduğu çıkıyor, rahmetli Gaciroğlunun yazısı böyleymiş..Rahmetli, Şeyh Şamil’in yurdundan gelen muhâcirlerdendi. Kabîlesiyle Dağıstan’dan Trabzon’a, oradan İspir’e hicret etmiş, bilahare Erzurum’da âilecek tavattun eylemişti. Mâlûmdur ki Dağıstan’da Müslümanlık, tarîkat neşe’si ile mündemiçtir. Osmanlı mülküne hicret eden Kafkas Müslümanlarının irtibât da yine bu tarikatlarla olmuştur.
Hükûmet inkılâplarına hazırlık yaparken, memlekette nerede kaç tane şeyh, hoca, dergah var, bunları tek tek Dahiliye Vekâleti İskân Müdüriyet-i Umumiyesine tespit ettirdiğini daha sonraları bu tesbitleri yapan bir kaymakam dostumdan hayretler içinde kalarak dinlemiştim. İnkılâplara gelecek mukavemetin dergahlardan, şeyhlerden hocalardan kuvvet alacağını hesaplayan devlet adamları, bu sebepledir ki, şapkaya mukâvemet edenlere mütedair tâkibatı, hep mezkur zümre üzerine teksif ettiler. Asılan, sürülen, dövülen, korkutulanların ekseriyeti bunlardandı. Merkezi Hükümetin mahalli idarecilere eliyle tahakkuk ettirdiği bu içtimai envanterde yer alan sualleri de kaymakam dostum not defterini açarak bana bir bir okudu. Yirmibeş sayfa hacminde matbu bir sual defteri yapıp bu deftere elliyedi sual vaaz edilmiş. Suallere kaymakamlardan valilerden eksiksiz cevap isteniyor. Mesela şeyhlerle alakalı suallerde, mürit sayısından, tarikatına, mezhebine, meşrebine, çoluğuna, çocuğuna, nikâhına, malına, mülküne, halk üzerindeki nüfuzuna kadar malumat taleb ediliyor. Aşîretlerle ilgili sualler arasında, aşîretin kaç tane silahlı adamı olduğu , hayvan adedi, arazi miktarı, diğer aşîretlerle olan dostluk ve düşmanlığı, hükümetten ihale alıp yaptığı işler dahi kayda geçirilmiş.
Bu malumatlar, insanlar teker teker evlerinden toplanıp nezârete alınırken hem örfi idare mahkemelerinde hem de İstiklâl mahkemelerinde bir pusula vazîfesi yaptı. Ormancılar nasıl önce ormana girip kesilecek ağaçları işaretler, arkasından hızarcılar gelip işarete göre kesme biçme işini yaparlarsa bu envanter de o işi yaptı. Ortada suç yoktu ancak hükümetin envanterine geçmiş mensubiyetler vardı. Kurbanlar bu defterlere kaydı geçenler arasından seçiliyordu.
Nitekim, Gaciroğlu Osman Efendinin Erzurum Hâdisesine ön ayak olduğuna dair bu güne kadar tek delil ortaya çıkmadı. Onu, tekke dışında zaten kimse göremezdi. Hele hükûmete yürüyüp etrafı velveleye veren erbab-ı rezâlet arasında olduğuna dair hiç bir ithama rastlanmadı. Ankara’da mahkemeleri yapılan komitacılar arasında, bulunanlardan biri de onun torununun kocası olan Murakıp Ali Bey’di. Mahkeme Reisi Kel Ali, Gaciroğlu Osman Efendi aleyhine ağzından söz almak için bu Ali Beyi çok sıkıştırsa da bir şey çıkartamamıştı. Güyâ Osman Efendi İstanbul ve Merzifon’daki akrabalarını ziyâret ediyor gözüküp, milleti isyana hazırlıyormuş. Şeyh fasîlesinden birinin kurban verilmesi takarrür etmişti, Gaciroğlu Osman Efendi, sekseni aşkın sinni ile bu hesâba kurban gitti. Onu Erzincan çarşısında astılar. Kendisini İdâm sehpasına doğru götüren müfrezenin kumandanına:
“Gurban” demiş “mâdem katlime ferman var, beni asmayın, kaçmaya yeltenim, arkamdan kurşunlayıp öldürün” demiş.
O devirde Osman Efendi, Karaköse ; İbrahimhâkkızâde Hacı Fehim ise Murat Paşa câmiinde vaaz ederdi. Erzurumlular şapka meselesini bu iki hocaya götürmüş, onlardan bu vaziyette ne yapmaları lâzım geldiğini sormuşlardı. Her iki hoca da “Ulul emre itaat” demişlerdi. Gacıroğlu Osman Efendi teşehhüt miktarı inhirafla “bu işte kerahet vardır, bu keraheti de münasip bir şekilde emir sahiplerine tebliğ etmek gerekir” ilâvesinde bulunmuştu. Belki de bu mütalaaları onun başını yedi, alıp onu sahte isyanın baş köşesine yamadılar.

İsmet Paşa’nın meclise izâhat verirken “İşin içinde şeyhler var” demekle Şeyh Osman Efendi’ye ilâveten Demirci Ethem usta ve rüfekasını kastetmiş olabilir. Ethem Usta bir esnaf şeyhi mesâbesindeydi. Mânav Hacı Ali de Erzurum hanlarının, kapanlarının hürmete şayan esnafının önünde gelirdi. Muhtemeldir ki Cuma günü için hazırlığı yapılan asıl mitingin tedarikini çarşı esnafı görürdü. Hafiyeler, işin içinde kim varsa tek tek tespit etmişlerdi. Asılanların esami listesini tedkik edince söz konusu esnaf desteği ortaya çıkıyor: Kevelciler başında asılan fırıncı Hâlil Efendi, taş ambarların önünde asılan çulfa Mahmut Nedim Efendi, tütüncü karga Memmet, demirciler Şeyhi Şevki, Eşlekçi Kamil, manav Hacı Arif , şalcı Şöhret kadın.. Nihâyet Bakkal Kâzım Ağa’nın oğlu İsmail. Bunların hepsi çarşı esnafı. Geriye iyi sesli Hâfız ile Bayburtlu amele İsmail kalıyor kı onları da bu kalmakala, kim bilir hangi köşesinden iliştirildiler.
Fırıncı Hâlil Efendi (Gömlekçi Hatem Usta’nın babası, Erzurumlu sanatçı Nurullah Akçayır’ın büyük dedesi) Erzurum’un istirdat’ında şehrin ihtiyacı olan, ekmekliği, tohumluğu, Kayserilerden, Yozgatlardan getirip, fırıncılığı yeniden dirilten adamdır. Hayırsever adamdı. Kimsede paranın olmadığı zamanda, ufak tefek eşyayı rehine alıp nice hâneye un vermiş evlere ekmek dağıtmıştır. Muhafâzâ-ı mukaddesat cemiyetinin baş destekçilerindendi. Raif Hoca’ya, müftü Efendiye, Korukçuoğlu Rızâ Bey’e (Eczacı Münip Korukçuoğlu’nun dedesi )yakın dururdu.
Çulfa Mahmut Efendi gelirsek o da esnafın okuyup yazan takımındandı. Ehramcılar çarşısı esnafındandı. Evinden çıkan yüzlerce kitabını, bitpazarında haraç mezat satılırken görmüştüm. Bu san’atkar adamı oruç ağız astılar. Hâdisenin ikinci yahut üçüncü günü evinde iftar saatine beklerken polisler gelmiş “Mahmut Efendi biraz karakola geleceksin” demişler. Hanımı, bizim hanıma anlatmış. O akşam erişte pişirmiş ezanı beklerlermiş, polisler gelince hanım iki yaşındaki oğlunu kucağına alıp kapı eşiğine çıkmış. Çocuk işte! Babasını polisler götürürken o da sarığına el etmış “Baba tu, baba tu” diye bıdılanırmış. Bunun üstüne Nedim Efendi “He oğul he, seni babasız koymaya gidirem” diyip evden ayrılmış. Adamı o gece Taş Ambarlar’ın önünde asmışlar.”
Şimdi sıkı durun un çuvalına konup asılan bir kadının bahsine geldik.
“Siyâseten katledilenlerin her türlüsünü tarih yazar amma, bir kadının siyâseten idâm edilmesi her halde ilk defa Erzurum’da vuku buldu. Gazeteler katiyen bunu yazmadılar, hükûmetin yahut mahkeme heyetinin beyânatlarında en ufak bir imâ olmadı.
Muharebe senelerinde bu milletin başına gelen felâketler, çocukları erken yaşta delikanlı zümresine katmış, kadınlara, erkek gibi oturup kalkmayı, hakkına hukukuna, çoluğuna çocuğuna sahabetlik etmeyi öğretmişli. Şalcı Şöhret kadın yetim balalarına bakmak için şal örüp, bit pazarında açtığı sergisinde satardı. Hâdise günü hanım hamamında yıkanırken gelip haber vermişler ki senin oğlanlar hükûmeti taşa tutuyor git onlara sahip ol. Kadın bohçasını kapıp hamamdan fırlamış. Hükûmetin önüne geldiğinde asker bir sıra, zabitlar bir başka sıra kalabalığı seyreder dururmuş. Şöhret Kadın, oğullarını kalabalığın arasında göremeyince onları alıp götürdüklerini sanıp köpürmüş, bohçasından nalını çıkarıp zâbitlere fırlatmış. Bu arada şapkalarına falan da sövmüş. Şalcı şöhretin suçu bu. Ana yüreği, din gayreti, galeyan hâlet-i rûhiyesi, hepsi bir arada. O tarihde aman burnu kanamasın diye üzerine titrediği oğlu Aziz’in yakın zamana kadar İstanbul Kasımpaşa’da bir kasap dükkanı vardı.
Şalcı Şöhret Kadın’ın idamını gizleyen zamanın hükümetini, yıllar sonra, Çetin Altan’ın Şehadeti
Apansız yakalayacaktır: “Hasan Paşa’nın torunuyum. Dedem Erzurum’da ilk kadını, Şal Hatun’u, idam etmiştir maalesef. Orada 15 kişi şapkaya karşıyız diye yürüyor. O kadın da idam edilirken, ben zaten hatun kişiyim, nereden şapka giyeyim diyor. Bu üzücü bir şey.”
Erzurum’da Şapka Dehşeti’nin öğüttüğü iki önemli sima olan Hacı Galip Efendi ile Kırbaşların Fevzi Bey’e de (Rasim Cinisli’nin dedesi) yine hükümet belgeleri temastan kaçınır.
Bu zatlar hakkında ahâlinin takdiri çok yüksektir, hâtıraları arkalarından destanlar söylenerek, efsaneler anlatılarak tâziz edilmiştir. Hakkında anlatılan efsanelerden biri idâm edildiği günün ertesinde, güzel sesi ile sabah ezanı okuduğu şeklindedir. Hatta bu sesi duyup sokağa fırlayanlar, bu ezan sesinin Tebriz Kapısı meydanındaki idâm sehpasından geldiğini, Hacı Galip Efendi’nin sehpada ellerini kaldırarak bu ezanı okuduğunu gözleriyle gördüklerini söylemişlerdir.
Kırbaşların Fevzi Bey için ahâlinin koştuğu türkü de calibi dikkattir:

Bu dâvarı sorarsan,
Kayseri'nin malıdır.
Fevzi Beğ 'i sorarsan,
Erkeklerin beğidir.

Kayalar, kayalar ne dik durursunuz,
Acep İstanbul 'a tel mi vurursuz
Sesleyin Menduh 'u [3] gelsin yanıma,
Ecelim gelmiştir gitmem bir yana.

Bu iki yiğit Erzurum’un direği idi.
Eşrâf, mütegallibe, mebuslar, memurlar, komitacılar her biri bir sütre gerisinde ayrı bir hesâba müsteniden mevzilenirken bunlar ivazsız tavizsiz canlarını sebil etmiş hakiki şehir zimemderânı idi. Verdikleri imtihanlarla bu mevkîlerini elde etmişlerdi. Erzurum Rus işgalindeyken hele Ermeni tasallutu başladığında şehirdeki dadaşları teşkilâtlandırıp, Erzurum’un cenubi mahallelerinde Ermenilerle sokak savaşı yapmışlar, buraları katliamdan kurtarmışlardı. Ne yazık ki Kırbaşların Fevzi Bey Ermenilerle boğuştuğu mahallenin başında Şapka Hâdisesi denen dolabı çevirenler tarafından kurşunlanıp şehit edildi. Nâşını götürüp Vânî Efendi Câmisinin musallasına attılar, kimseyi yanına bırakmadıkları için saatlerce öyle kaldı. En son fırka mütebaranından Müceldili Cânip (Ergun Müceldili’nin babası) Bey Vali Zühtü’ye gidip defin izni istedi. Valinin cevabı dört tane parmağını kaldırıp işâret etmek şeklinde oldu:
“Bir sen, bir hoca, iki de hamal’a izin verdim, alın götürün” demek istiyordu. Çâresiz bu emre riayet edilip şehidin üstüne bir acuç toprak saçılabildi.
Kırbaşların Fevzi Bey ile Hacı Galip, Erzurumlunun gözünün kurdunu kırmak için seçilmiş şehir timsâlleriydi. Başlarına gelecekleri kendileri de az çok biliyorlardı. Nitekim düzmece vukûat koptuğunda Fevzi Bey, başını alıp köyüne gitti. Hacı Galip ise o vakitler Erzurum’un bir mânada idâre edildiği yer olan, şehir kulübü mahiyetindeki Müstantik Mektebine koştu. Oradaki dostlarından güyâ hak hukuk istimdat edecekti. Onlar ağız birliği ederek “Galip Hoca kaç” dediler. O ise “Kaçacak bir işim olmadı, niye kaçayım diye ayak diredi” Burada ders veren ve çoğu Erzurum eşrâfından olan hukukçular mütemâdiyen tekrarlıyorlardı “Galib Hoca savuş” Mübarek adam denileni yapmadı gidip Vali Zühtü’ye teslim oldu. Siyâsî düşmanlık denen illet en vatanperver sîmâları dahi bir lahzada hain edip çıkarır. Hacı Galip Efendi kıl ayıpsız bir vatanperver olduğu halde onun kellesini almak, ancak göz döndüren siyâsî ihtirasların harcı olabilirdi. Hacı Galib Efendi’nin Vali Zühtü’nün gayzını toplamasının sebebi Muallim Mektebi Hüsn-i hat muallimliğinden şapka giymemek için istifâ etmesiydi. Memurlara şapka giyme mükellefiyeti getirilince mektepten ayrılmış Tebriz kapısındaki bezaz dükkanından gelecek kazânçla geçinme yolunu tutmuştu. Bu dükkanı Rus işgali zamanından beri işletirdi. Dükkan bir kurtuluş karargâhı gibi çalışır, buradaki sohbetlerin ucu Erzurum’un bir gün yeniden İslam yurdu olacağına gelir dayanırdı. Hacı Galib Efendinin biraz keramet, biraz hâdisata olan hâkimiyeti ile 1917 güzünde bu dükkanda söylediği Erzurum destanı, kısa sürede şehirdeki Türk sekenesinin ezberine geçmişti.

Bahar eyyamının âhengi çağı
Alem-i islamın yandı çerağı
Göründü askerîn şanlı bayrağı
Dağlar bağlar döndü yine gülzare

Nasrun minallâhi ve fethün karib[4]
Sırrı zuhûr etti ey kavm-i necip
Erzurum Moskofa olmadı nasip
Çâresiz kalınca düştü fırara

Rahmetli Hacı Galip, dünya görmüş adamdı, İstanbul’da, Bağdat’ta tahsilini ikmâl etmiş, uzun seneler Medine’de, Mekke’de yaşamıştı. Ruhi terbiyecisi, şeyhi, Erzurumlu İbrahim Hâki Hazretler’i, onu dizinin dibinden ayırmamış, Hicaz’a da beraberinde götürmüştü. Kadiri neşvesini, onun rehberliğinde tatmıştı. Hattattı, mürettep dîvan sahibiydi. Onu asmadan önce birkaç gün hapiste tutular, pazarlıklar yapıldığı, daha sonra dillerde dolaştı durdu. Vali Zühtü “Şehir senin atacağın adıma bakar, al şu şapkayı giy, buradan çık, istersen seni köylerden birine hoca tayin ederim, orada sarığını sarıp, latanı giyersin” diyecek olur, rahmetli Hacı Galip “mesele bu hale gelince artık, yapamam” diye mukâbele edermiş.. Kendisi gibi hattat olan arkadaşı Yusuf Ziya Efendi, hükûmete yakın biri olduğundan o mevkûfiyet günlerinde birkaç kere yanına gidip gelebilmiş. Bu zâta vasiyet etmiş ki “iki ay sonra bir oğlum olacak, ismini Sefâ koysunlar.”
Aşık adam, ölüme giderken dahi tesamuh sahibi. Doğacak evladının erkek olacağını keşfedip adını koyduktan sonra şahâdete yürüyor. Onu da İstiklâl Mahkemesinin geleceği günlere yakın Tophâne’nin önünde astılar.

Ne gariptir! Bu İdâmları müteakip geri kalanları günlerce istintak edilmişler. İşte “buraya kimler gelir, kimler giderdi? Kimseler ne konuşurdu, ne ederdi?” böyle.. Hepsini evin içerisinde her birini bir yere, kilere, mutfağa, birini bir odaya diğerini bir odaya çeker evde ne kadar şenlik varsa hepsini ayrı ayrı yerlere koyar, başlarında da bir muhâfız bulundurur teker teker sorguya çekerlermiş. Kimlerle otururdu, kim ile kalkardı, nereye giderdi nasıl olurdu falan.. Onlar da kadıncağız.. Tabiî ki hiç bir şey söyleyemez, “bizim haberimiz yok, biz kadın insanız ne bilelim dışarıda kimlen konuşuyor kimnen ediyor bunlardan bizim mâlumâtımız yok” derlermiş. Çok sıkıştırıyorlar ama ısrarla biz câhiliz diyince meseleyi bırakıyorlar. Fakat evin içerisinde de taramadıkları aramadıkları yer kalmıyor. Dolduruyorlar çuvallara kitapları, yazılmış güzel hatları neyi var, nesi yoksa alıp götürüyorlar Hatta tandırın külvesine kadar arıyorlar ki buralarda gizli bir şey var mıdır? diye.
Her ne kadar Erzurum kıyımına ait vesikalar el altından yok edilse de kıyıda köşede kalanlar dahi, katledilenlerin ne kadar önemli şahsiyetler olduğunu ispatlyor:
İstanbul’da intişar eden 24 Teşrinisani 1341 tarihli resimli mecmua Kırbaşların Fevzi Bey’in fotoğrafını kapağına koymuş. Mecmua idaresi Erzurum hakkında mâlûmat veren bir sayfa tertiplemiş bu sayfaya da Erzurum’un mühim şahsiyetleri olan; Şerif Efendi, Belediye Reisi Nâfiz Bey, Maarif Müdürü Cemal Beyin fotoğrafları ile iki de eşrâf fotoğrafı ilâve etmişler. Bunlardan birincisi Fevzi Bey’in, ikincisi Süleyman Efendinin. Şu tevafuka bakın ki,i bu fotoğrafın çıktığı gün Erzurum karışıyor encâmında şehir eşrâfı diye gazetelere fotoğrafı koyulan Fevzi Bey, arkasından kurşunlanıp şehit ediliyor.
Onu öldürüp defteri kapattılar.
Bu kapatılan defterin hikayesi hüzünlüdür.
Fevzi Bey, Şapka hâdisesi patlak verir vermez köyüne savuşunca, buna birkaç gün Vali Zühtü ses etmedi. Ne olduysa idâmların başladığı gece, yani hâdisenin üç gün sonrası oldu. Ankara’dan lüzumlu salâhiyetlerin bu gece gelip Tatar H. Paşa ile Vali Zühtü’nün eline verilmiş olmalı ki birden idâmlar başladı. Sonra sağa sola savuşanların arkasına düşüp toplamaya koyuldular. Kars’tan, Rize’den, Erzincan’dan adamlar toplandı. Bu hengamede Kırbaşların Fevzi Bey’in de arkasına jandarma müfrezelerini takmışlar. Rahmetli her geceyi komşu köylerin birinde geçirir, bu müfrezeden saklanırmış. Hatırlı adam! Onu saklamak için dostları sıraya girmiş. Ancak, tâkibat sıkı, kendine uzun müddet sahâbetlik edecek yer bulması lâzım. Atını sürüp Cinis’e [5] çıkıyor. Kızı, Cinis Beylerinin gelini.. Fevzi Bey’i dünürleri soğuk bir şekilde karşılıyor, bir gece misâfirlikten sonra Fevzi Bey oradan ayrılıp Erzurum’daki evine dönüyor. Jandarma müfrezeleri de o ayrıldıktan sonra Cinis'e gelip dayanıyorlar. “Fevzi Bey’i saklıyorsunuz, nerede?” diye dünürlerini sıkıştırıyorlar. “Buradaydı, birkaç saat evvel gitti deseler de, jandarma iknâ olmuyor. Cinis Beylerinin köy konağı başta olmak üzere , her taraf didik didik aranıyor. Arıstakların[6] arasındaki hasırları, cilleri “arkasında Fevzi Bey gizlenmiştir” diye jandarmalara süngületiyorlar.”
Fevzi Bey İttihatçı değildi amma, onlarla birlik hareketi çoktu. İstanbul Meclisi Mebusanına Erzurum mebusları intihâb edilirken Müdafaa-ı hukuk onu itilafçı namzetlere karşı çalışsın diye vazîfelendirmiş, Mustafa Kemâl’in de bulunduğu liste için husûsen Hasankale’de çalışmıştı.

Fevzi Bey’in Erzurum Kongresinde yaptığı hizmetler diyecek olsak unutulacak cinsten değil. Hükûmetin Fevzi Beye, onu ifnâ ettirecek mikyâsta muğber olması anlaşılır iş değildir. Eğer Şapka Hâdisesinin içinde olsaydı, Vali Zühtü, Tatar Hasan, adını tefe koyar çalar, Kel Ali İstanbul matbuatının önünde tekrarladığı kurt masallarına bir de bunu ilâve ederdi. Fevzi Bey köyden köye kaçarken ele geçseydi vurulacağını bildiğinden gelip hükûmete, Erzurum’da teslim oldu . Ama Vali Zühtü ile avenesi, haktan hukuktan bi nasip olduklarından hükûmet binasının arka kapısına çıkarıp orda bu yiğidi kurşuna dizdiler. O vakit Hükûmet tamirde olduğundan dairelerin bir kısmı da muvakkaten şimdiki Cumhuriyet otelindeydi. Vali Zühtünün makâmı da oradaydı. Fevzi Bey’e bu binada ne diyip ne demedilerse dışarı çıkardılar “kaçıyordu vurduk” diye üstüne kurşunları boşalttılar. Sonra da cenazesini alıp az ilerde, otuz altı odalı konağının karşısındaki Vânî Efendi câmii musallasına bıraktılar. Bu zâlim adamlar, diri hukuku tanımadıkları gibi, ölüye de hürmet nedir bilmediler..
Çarşılarda astıkları insanları akşama kadar teşhir eder, sonra da tek atlı çöp arabalarını darağaçta sallanan cesedin altına yanaştırır, daldan salkım keser gibi yağlı urganı kesip mevtayı arabanın içine düşürürlerdi. Sonra da Gez mahallesi hendeklerine götürüp korlarlardı. Bu muameleden tek istisna Fevzi Bey oldu. Eşrâftan biri fırkadaki îtibarını kullanarak saatlerdir musallada bekleyen cesedi hükûmetten alabildi. Muvakkat bir mezar eşip hâdise yatışıncaya kadar burada tutulduktan sonra dostları onu Esat Paşa haziresinde metfun olan şeyhi Hacı Mehmet Baba’nın yanına defnettiler .

[1] .O tarihlerde Erzurum’un mesiresi olan mevkii
[2] .Hayvanat-ı ehliye vergisi isyanı (1906)
[3] . Memduh. Fevzi Beyin büyük mahdumu.

[4] .Yardım Allah’tandır ve fetih yakındır
[5] .Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir adlı eserinde de bahsi geçen beyler köyü
[6] .Tavan örtüsündeki tahta hatıllar