Osman Kemaleddin Efendi

Osman Kemaleddin Efendi

ERZURUMLULARIN TANIMADIĞI BİR ERZURUMLU;
OSMAN KEMALETTİN EFENDİ

Bu unutulmuş Erzurumluyu gün yüzüne çıkaran Sayın Talat Uzunyaylalı şu bilgileri vermektedir.

“Divan-ı kemali “ Erzurumlu mutasavvuf Kemalî Efendinin eseri.

Bu divanla, yıllar önce, Beyazıt'taki sahaflar çarşısında tanıştım. Yere serilmiş ve üzerine adeta dökülerek bırakılmış yüzlerce eski kitabın arasında melil mahzun duruyordu.

Diğer kitapların arasında bu kitabı satın aldı. Karton kapağına bir sonbahar yeşili zemin basmışlardı. Bu zeminin üstüne siyah kapital harflerle DİVAN-I KEMALİ yazmışlardı.

Bu yeşil zeminin içine pencereyi anımsatan üst tarafları yaprak figürlü ,iki ayrı tonda pembe zeminli ikinci bir çerçeve yerleştirilmişti. Ve çerçevenin içine AŞK SIZINTILARI ifadeleri yazılmıştı. Bu ifadeler Mevlevi sikkesi şeklinde yazılmış ve daha ilk anda Kemali Efendinin bir Mevlevi olduğu vurgulanmak istenmişti. Kapağın en altına ise ; “ Toplayan BAHA DOĞRAMACI , İstanbul Sinan Matbası ve Neşriya Evi “ ifadeleri yer almıştı .

Birinci hamur kağıda basılmış kitabın ilk sayfasında sarı zeminli bir Camii görüntüsünün yanına aynada kendi yüzüne bakan bir adam resmi yapılmış ve altına da Kemali Efendinin şu mısrası düşülmüş :

“ Her ne yüzle baksa göz ayinede kendini görür
Vechini pak eyle kim mir'ata bühtan olmasın”

İkici sayfada yine sarı zeminli, nakışlı bir çerçevesi olan hattat “ Hamid “ ’e ayit , bir besmele -i şerif yer alıyor. Üçüncü sayfaya ise kırmızı çizgili bir çerçevenin içine, elinde asası, başında sikkesi, düzgün taranmış sakalları göğsüne kadar uzanan, düğmeleri kapalı eski bir pardösü giyinmiş Kemali Efendinin siyah- beyaz bir fotoğrafını koymuşlar. Fotoğraftan Kemali Efendinin olduğu hemen anlaşılıyor. Dördüncü sayfada sarı zeminli bir çerçeve içinde Kemal Efendinin müntesiplerinden olduğu anlaşılan, “ A. Azmi “ imzalı bir dörtlük var:

“Hayret veriyor sözlerinin sırr-ı meali
Seyrettiriyor suret-i eşyada cemali
Her mısra'ının noktalarından sızıyor aşk
Zevk çeşmesidir aşika Divan-ı Kemali

Takip eden sayfalarda Divan-ı yayına hazırlayan Baha Doğramacı'nın kaleme aldığı ön söz ve Kemali Efendinin “Hal Tercemesi “ yer alıyor. Daha sonraki sayfalarda ise, Divanda yer alan eserler .... Doğramacı ön sözünde şunları yazıyor.

“Terceme-yi halini aşağıya yazdığımız Osman Kemaleddin Efendinin bazı gazellerinin
bundan beş-altı sene evvel, ibn -ül emin Mahmut Kemal Beyin “son asır Türk şairleri”
namındaki eserlerinden okumuş ve gönlümde derin izler bırakmıştı. Büyük bir vecd ve irfan mahsulü olan ve her mısraı yüzlerce sahifelik kitap teşkil edecek gavamız ve hakayıkı natık eş'arından, diğerlerini de ele geçirmek emeli ile dolaşmakta iken, onbeş seneden beri kendi hizmetlerinde bulunup şiirlerini yazan, İstanbul Sular İdaresi memurlarından Mehmet Ozanoğlu ile tanıştım. Yine o zatın delaleti ile Osman Kemali Efendi ile görüşmek şerefine mazhar oldum.

Üstadın kendisine mahsus ve ahenk ilahi bir vecd ile okuduğu şiirlerini dinledikten sonra, müsaadeleri olduğu takdirde, bunları neşr etmek hususundaki cür' etkarene ricalarıma Dayanamayarak müsaade ettiler. Bu büyük müjde üzerine elde mevcut gazellerini, ileride toplayacağımız diğer gazelleri ile, mensur eserlerini ayrı ayrı birer kitap halinde bastırarak arzu buyuran ehl-i zevk muhabbete yadigar bırakmayı kendime bir zevk bilerek şimdilik birinci kitabı, kendisini çok seven ve sevilen Sinan Bey Kardeşimizin hamiyet-i arifaneleri ile “AŞK SIZINTILARI” namı adı altında Sinan matbaasında basmak ve memleket maarifine hizmet etmekle işe başladık. Tevfik ALLAH ’tan Osman Kemalettin Efedinin aynı kalem tarafından ifade edilen hayat hikayesi ise şöyle:

“Osman Kemalettin Efendi, Erzurum'un Pasinler kazasına bağlı Güllü köy nahiyesinde 6 Mart 1297 (1881) de doğmuştur. Bir yaşına geldiğinde çiçek hastalığına tutulmuş ve bu hastalık neticesinde gözlerini kaybetmiştir.

Nur -i basardan mahrum olan bu çilekeş yavru uzun ve üzücü bir çok hastalıklar geçirip bir büyüyünce Erzurum ’da bir medreseye götürülür ve oraya kendisin anlattığına Nazaran usul bilmeyen ve aynı zamanda hırçın tabiatlı bir hocaya teslim edilir. Bu hadit-ül mizac hoca küçük kemali'yi çok döğermiş. Bunu kendi manzum terceme -yi halinde :

Dediler ilm öğren olursun rahat
İlim büyüdükçe büyüdü mihnet
Bir üstadım vardı hırçın tabiat
Döğerdi ben anın demiri idim...

Mısraları ile anlatıyor. Bu hocanın derslerinden bir semere hasıl olmayınca o medreseden alınır ve kendisinin daime lisan -ı şükranla bahsettiği Erzurum ulemasından şeyh-ül- kurra Seyyid hafız Mustafa Efendiye teslim edilir. Bu zatın rahle -yi tedrisine devamla ,iki senede Kur'an-ı kerim'i hıfz ve ayrıca ilm-i kıraati talim eder. Arapça ve farsça dersleri görür . hafız bostan ve gülistan gibi eserleri okur ve Mesnevi'yi baştan başa ezberler. Kendi ifadesine göre yalnız mesnevi okumakla Mevlana tanınmaz. Divan-ı kebir-i okuyanlar Mevlana'nın aşk ,heyecan ve ruhunu ancak orada görebilirler.

Manzum tercüme halinde söylediği gibi henüz tahsilini bitirmeden görmediği bir yere gönül bağlar. O yerin derdi ile ağlar, sızlar derdine derman arar. Nihayet kolağası Ali Rıza Efendi adında bir zatla görüşür ondan bir takım tasavvufi sohbetler işitir, derdi büsbütün artar. Artık bir yerde karar edemeyerek gönlündeki yerini dağlarda aramaya çıkar. Tahammülün fevkinde bir çok minnetlere katlanarak parasız, minnetsiz, aç, susuz, yollara koyulur. Kasaba kasaba , köy köy, yolu Irak ’a düşer, Bağdat , Necef, Kerbela çöllerinde aylarca yanar yakılır. Bunu kendinden dinleyelim:

Yalnız başıma çıktım gurbete
İnsan katlanırmış türlü mihnete
Ahım alev oldu nar-ı hasrete
Her yandan ateşin nefiri idim

Kasaba kasaba gezip aç susuz
Gündüz gece oldu gecem uykusuz
Derin derelerden geçtim korkusuz
Sanki derelerin nehiri idim

Hıtta-yı Irak'ı köy be köy gezdim
Dağlara taşlara derdimi yazdım
Kerbela çölünde derdimi ezdim.
Yüklendim belalar bairi idim.

Necef'de yüz tuttum bab- izzete
Dedim tarap su serp nar-ı hasrete
Ulaştım Hasanla Hüseyin hazrete
Ehl-i beyt derdinin tefsiri idim.

Bu uzun yolculuktan sonra nihayet Trablusşam Müftüsü'ne mülaki olur ve bir müddet müftünün misafiri olarak kalır. Trablusşam'da on bir ay ikametten sonra Hatay'a gelir, İskenderun ,Antakya şehirlerini gezer. Oralarda Ehl- beyt muhabbetini terennüm eden gazeller ve mersiyeler söylediğinden kendisine “Alevi” denilir. Halep'e gelir, Halep Mevlevihanesinde bir müddet kalır. Artık; mecazi aşk, hakiki aşk inkılap etmiştir. Oradan Konya'ya gider. Abdulhalim Çelebi Konya dergahından kendisine çok iltifat eder ve mesnevihanlık tercihi ile başına sikke giydirir. Bundan sonra Mevlevi Osman Hafız olur.
Bunu da yine kendinden dinleyelim:

Mubarek vatandı Trablusşam
On bir ay orada eylendim aram
Müftiy-yi insanlık hariri idim,
Uymuştum insanlık hariri idim

Hatay'da dediler bana Alevi
Halep'e varınca oldum Mevlevi
Konya dergahında adım mesnevi
Yıkılmış gönüller tamiri idim.

Konya'dan İstanbul ’a gelir, Fatih medresesinde bazen da Edirne kapı haricinde Şeyh Murat dergahında kalır. Erzurum'lu Hacı Nazmi efendi ile kaç fudalanın derslerine devam eder. Bilhassa manastırlı İsmail Hakkı Efendi'nin dersinde kendini sevdirir. Nihayet derslerini itmam ederek icazet alır. Bundan sonra hususi dersler okutur. Bir Aralık Erzurum'a gider, birkaç ay orada kalır, tekrar İstanbul'a döner. Remiz de bir sene bostan bekçiliği ve dokuz ay kadar da Kasımpaşa ’da bir iplik fabrikasında amelelik yaptıktan sonra inzivaya çekilir. Yine kendinden dinleyelim:

İstanbul'da imiş nasip-i ezel
Havası latiftir hakkı pek güzel
Orda can alırlar canana bedel
Gördüğüm rüyanın tabiri idim.

Kazma kürek alıp taşmı sökmedim
Dolaplar çevirip ip mi bükmedim
Derin hendek kazıp bağ mı dikmedim
Bir zaman bağcıvan eciri idim.

Osman Kemali Efendi bu gün; üçü erkek biri kız, dört çocuk üç torun sahibidir. Halep Eyüp, Nişancı Mustafa Paşa mahallesi(20) nolu evde münzeviyane ve ma'nevi bir ferah içinde hayat geçirmektedir. 22/10/1946 Haydarpaşa”

Bu yazıların üzerinden 51 sene geçmiş. Çok büyük ihtimalle Kemali Efendi hakkın rahmetine kavuşmuştur. Belki çocukları da, Vefalı insanlar bize bu eserlerini bırakmışlar.

Başka eserlerini de yayınlamışlar mı? Doğrusu bunları bilmiyorum. İstanbul'daki kadir kıymet bilir Erzurumlular bunları öğrene bilir ve derginin çıkacak sayılarında bu makalenin devamını yazabilirler. Böylece kıymetli bir hemşehrimizi daha tanımış ve tanıtmış oluruz. Şimdi birlikte bir nasihatına kulak verelim:

Cihande akıl ol , merd ol, kerim ol
Ulul-azm ol, metin ol, mustakim ol

İki alemde istersen saadet
Arif ol hakkı incitme rahim ol

Nedamet aybdır her iş sonunda
Ne iş yapsan kılı kırk yar hakim ol

Haris olma, tama'kara tapınma
Kamaat eyle, mehcur-i leim ol

Kılıp kadı-yi hacata münacat
Tevekkül et ana, sabret halim ol

Esir-i nefs olup uyma hevaya
Olup su akma hakkın üzre mukım ol

Emin-ül halk olup kıl hakkı teslim
Özü doğru, sözü doğru, samim ol

Günah-ı ekberin kaç askarından
Selamat istersen kalb-i selim ol

Sahi ol , iyiliğin şerretme halka
Vucudun zenbdir terket adim o

Adavet etme şefkat eyle hakka
Vefa kıl ahdine yar-i kadim ol

Huyundur dost hem düşmen, bayında
Hazer kıl sahib-i hulk-i azim ol

Sözü bil nutk-hak, hayrişte sözü tut
Sözü az söyle, çok dinle fehim ol

Olur çun ehl-i hizmet seyyid-ül kavm
Kemali Kamil insan nedin ol.

Osman Kemaleddin Efendi

Osman Kemâli (K.S)

Cismim Rûh'a döndü Elhamdülillah
Her şey fenâ bulur Bâkî'dir Allah
Hak'dır Muhammed'dir,hem Resulûllah
Ben ÂI-i âbâ'nın Kıtmîri idim.

Kemâli Efendi, Erzurum'un Pasinler karyesine bağlı «GÜLLÜKÖY» de doğmuştur. 600 sene evvel BUHARA'dan hicret ederek bu havaliye yerleşen bir aileye mensuptur.
Doğum tarihi nüfus cüzdanına nazaran her ne kadar 1881 ise de, bunun yanlış olduğu; kardeşi Halit Efendinin ve kendisinin müteaddit defalar anlatmış olduğu hayat hikâyesinden ve elimizde mevcut vesikalardan anlaşılmaktadır,
Kemâlî Efendi, 28 yaşlarında iken seyahate çıktığı ve bu seyyahatinin 11 sene sürdüğü ve İstanbul'a geliş tarihinin de 1901 olduğu göz önüne alındığı takdirde doğum tarihinin 1862 olması icap etmektedir.
Bizzat kendisinin yazdığı hal tercemesinde: «Henüz tıfıliyet çağı geçmemişti ki, oralarda mecazen tutulduğum aşkın zebunu olarak nevmidane fakat afifâne hem tahsil-i ulûma rağbet, hem de aşkla mücadeleye rağbet etmekte idim. 18 yaşımda Kur'an-ı Kerim'i hıfz ve Seyh-ül Kurra Hafız Mustafa Efendiden dahi «Kıraat-i Asım» üzere icazet aldım. O sıralarda meşayih-i Naksibendiye'den Şeyh Ahmed-i Taşkesanî hazretlerinden «Ulûm-i Ser'iye» tahsiliyle 28 yaşıma doğru icazet aldım Fakat galebe-yi aşk bana diyarımı haram kıldığından, Diyarbakır, Musul, Bağdat, Necef ve Kerbelâ gibi âteş yuvalarında Semender'ler gibi dolaştım. Akıbet maksudum olan İstanbul'a 1901'de geldim.» Hayat hikâyesinin bir kısmını anlatan bu satırlar, doğum tarihinin yukarıda da bulduğumuz gibi 1862 olduğunu teyit etmektedir. Kemâlî Efendi, gürbüz ve sıhhatli bir çocuk olarak dünyaya gelmişken; yine kendi ifadesine göre: «Bir buçuk yaşında iken, henüz âlâyiş-i İlâhiye ve masnuat-ı Subhâniye'yi idrâk etmeden», yâni: Cenâb-ı Hakk'ın yaratmış olduğu ve çeşit çeşit renkler ve şekillerle süsleyip bezedigi bu âlemi tanımaya başlamadan tutulduğu çiçek hastalığından iki gözünü de kaybetti, betti.

Erzurum ulemasından Yeşil İmam diye anılan, Cafer Ağa Camii imam ve hatibi Seyhülkurra' Seyyid Mustafa Efendi'ye teslim edilir. Bu zâtın himmeti ile bir sene içinde Kur' ân-ı Kerîm'i tamamen hıfzeder ve ayrıca kıraat ilmine de çalışarak icazet alır. İcazet aldığı sıralarda yaşı 18'dir.
Bundan sonra, Şeyh Ahmed-i Taskesâni'den şer'i ilimler tahsiline başlar. Zekâ ve hafızasının fevkalâdeliği sayesinde hem kendi derslerini, hem de arabça ve farsça okuyan arkadaşlarının derslerini dinleyerek onlardan evvel bu dersleri öğrenir boş zamanlarında da onlara ders vermeye başlar. Bu arada Fuzûlî, Hâfız-ı Sirazî dîvânları ile Hz. Mevlâna'nın 6 ciltlik Mesnevî'sini baştan başa ezberler. Nihayet medrese derslerini bitirerek icazetname alır.
Kendisi bunu şöyle anlatır: «O zamanlarda dersler camilerde okutulurdu.
Bazen bir câmi'in 5 yerinde 5 muhtelif hoca ders verirdi. Ben bunların hangisini dinlersem, o dersi noksansız olarak,aynen bir plâk gibi zabtetmekte hiç zahmet çekmez, olduğu gibi hıfzederdim. Medrese hayatında diğer talebe gibi sıkıntı ve mihnet çekmedim. Eziyetsiz, külfetsiz, günün birinde elime icazet verdiler.» der .
Bütün bu öğrendiklerine rağmen, bu genç hoca tatmin olmamıştır, hâlâ bir şey aramaktadır. Aradığını kendi de bilmez. Bunu yine kendisinden dinleyelim:
«Ne çare ki içimde, bilmediğim bir kuvvet beni, yine bilmediğim bir şeylere, bir yerlere çekip götürüyordu.» der. Bunu manzum ömürnâmesînde söyle ifade etmiştir:
«Çocukluğumda bir piyr-i muhterem Bana ders verirdi sanırdım dedem Meğer o aşk imiş görsem de bilmem Ayrılmazdım onun nakîyri idim.»
Yüzünü görmediği bir sevgiliye temiz ve çok kuvvetli bir aşkla bağlandı, O aşk ile yandı. Derdine derman ararken «Tarîk-i Şettâriye» ricalinden Kolağası Ali Rıza efendi ile tanıştı. Bu zâtın sohbetlerine devam etti. O İlâhi sohbetler neticesinde istidadında meknuz irfan tohumlan yeşermeye ve hakikat sırlarının gülgoncaları gönlünde açılmaya başladı.
Derdi büsbütün arttı. Artık bir yerde durup dinlenemez oldu. Gönlündeki yâri'ni, dağ demedi, bayır demedi, köy köy, şehir şehir aramaya çıktı.
Bir masal kahramanı gibi, bir elde asa, bir elde keşkül, tahammülün üstünde meşekkatlara katlanarak, parasız pulsuz, aç susuz, yalnız başına gah yürüdü, gah koştu, gah yattı, gah kalktı, az gitti, uz gitti, köy köy, kasaba kasaba dolaştı, nihayet Diyarbekir, Musul, Bağdat, Necef ve Kerbelâ çöllerine düştü. Bir müddet Necef ve Kerbelâ'da mersiye ve kasideler okuyarak, Hz. Peygamber'in evlâdına ve onları sevenlere reva görülen ve haksızlığı gözlerinden akıttığı kanlı yaslarla yana yaktla dile getirdi. Ve Ehl-i Beyt mehabbetini can u gönülden terennüm etti.
Bunlara kendisinden dinleyelim:

«Ağlıya ağlıya Necef'e vardım
O kân-ı vefa'da çok vefa gördüm
Günlerce yüzümü yerlere sürdüm,
Her müşkülün olur asan dediler

Gözle bakanlara görünür mezar
Meğer kalb-i âlem Hayder-i Kerrâr
Herkes murâd alır gizli aşikâr
Yoktur bu kapıda yalan dediler.

Kerbelâ'ya vardım belâlar arttı
İçimde benliğim en büyük dertti
Şiddetli belâlar gayet de sertti
Âşıka belâdır ihsan dediler.

Bilirim onları sevenler ölmez
Mehabbet bir güldür açılır solmaz
Mahzun giden gönül gamla reddolmaz
Olmaz bu kapıda nâlân dediler.

Yetmiş iki sadık çok mihnet çekti
Dünyaya mehabbet tohmunu ekti
Belâlar çekmekte Ehl-i Beyt tekti
Hadimleri olsun Rıdvan dediler.»

Bir mersiyesinde, de:

«Yirmi bin kişi birden ok attı Şah-ı mazlûm'a
Bizi atman deyüp zâlimlere tir ü keman ağlar.

Ok atmak Kurretül-ayn'e değil mi aslını imha
Sebepsiz mi bu gün hâlâ hakiki müsliman ağlar.

Cihanın sahibinden bir içim su kıskanılmış âh
Fırat ağlar, Murat ağlar, zemin ü asuman ağlar.

Ayak bastı o mel'unlar kalbgâh-ı sırr-ı Kurân'a
Aliyy ü Fâtıma, Peygamber-i âhir-zemân ağlar.

Belâ-yı Ehl-i Beyti yazmağa imkân mı var,asla
Söz ağlar,söyleyen ağlar,kalem ağlar,yazan ağlar.

Ezelden ağlarım, aktı; dü-çeşmim kanlı yaşımla
Ne hâbım var ne rahat var, yanan cismimde can ağlar.

İki göz oldu a'mâ, ağlarım ey kurretül-ayneyn
Kemâli sûz-ı âhımla nihân ağlar, ayan ağlar.

Uzun bir yolculuktan sonra Trablusşam'a geldi. Trablusşam müftüsü ile tanıştı. Dostluklarının ilerlemesi sebebiyle orada on bir ay kaldı. Bilâhare İskenderun ve Antakya'ya gitti.
Bu yerlerde de Ehl-i Beyt sevgisini âteşin bir dille telkin eden gazel ve mersiyeler söylediğinden kendisine Alevî dediler. Daha sonra Halepe gitti, Halep Mevlevi-hânesi'nde bir müddet kaldı ve oradan Konya'ya geldi. O sıralarda Mevlânâ dergâhında post-nişin olarak Abdülvahit Çelebi bulunuyordu, Bu zât müfrit Ehl-i Beyt muhibbi idi. Kemâlî efendi'yi çok sevdiğinden dergâh'da uzun müddet misafir etti. Bu zâtın oğlu Abdülhalim Çelebi İle tanıştı ve pek çok iltifatlarına nail oldu ve bu çelebinin himmeti ile kendisine «Mesnevî-hân»lık tevcih edilerek Sikke-yi Mevlânâ giydirildi. Şapka kanunu çıkana kadar o sikke ile dolaştı.
Kemâlî efendi (1901-1318)'de İstanbul'a geldi. Burada da boş durmadı. Bir aralık Ramî'de bostan bekçiliği ve Beyazıt Camii avlusunda arzuhalcilik yaptı. Arzuhalcilik yaptığı esnada, kendisini Erzurumdan tanıyan Fatih müderrislerinde Hacı Nazmi efendinin ısrarı üzerine Fatih camiinde Mesnevî okutmaya başladı. Ayrıca Hacı Nazmi ve Manastırlı İsmail Hakkı efendinin derslerini takiple onlardan da icazet aldı.
O zamanın âdeti üzere; üç aylarda hocaları, halka vaâz ve nasihat etmek üzere başka şehirlere gönderirlerdi. Kemâlî Efendiyi de Selânik'e gönderdiler. 1903'de Selânik'e gitti. Orada İttihat ve Terakki fırkası ileri gelenlerinden Doktor Şükrü Kâmil, Mehmet Sâdık, Talât Bey (Paşa) ve Manyasi-zade Refik beylerle tanıştı. Vazifesi bittikten sonra İstanbul'a döndü. Ve Seyh-zâde Camii bitişiğindeki «Âmâlar Medresesi» şeyhliğine tayin edildi.
Kanunî Sultan Süleyman zamanında âmâların yatıp kalkması ve barıması için vakfedilmiş olan bu medresede, vakfiye mucibince âmâlar yer ve içerlerdi. Fakat sonradan vakfın şartlarına riayet edilmediğinden, burada barınan bîçareler çok müşkül duruma düşmüşlerdi. Kemâli Efendi, âmâların uğradığı bu haksızlığı görerek, onların vakfiye icabı olan haklarını iadeye çalıştı ve bunun için bir selâmlık resminde Sultan Hamid'e istida verdi. Bir hafta sonra Mabeyn'e davet edildi. Sultan Hamid'in huzuruna çıktı. Kanunî Sultan Süleyman tarafından kurulan bu güzel vakfın gayesinin; âmâların kimseye muhtaç olmayacak bir şekilde yaşamalarını temin olduğunu ve bugün ise bu zavallıların hallerinin pek acınacak bir durutnda bulunduğunu; adıgeçen vakıfnameden misaller vererek padişaha anlattı. Padişah bu görüşmeden memnun kalarak bir ferman ile vakfın tekrar ihyasını ve Kemâlî Efendi'nin âmâlar şeyhliğine tayinini irade etti. Ve bu suretle de Kemâli Efendi âmâlar şeyhi oldu.
Bu arada boş durmadı, Üsküdar'da bir oda kiralayarak orada Mecelle okutmaya başladı.
Tâlât Pasa'nın dâhiliye nazırlığı ve Ürgüplü Hayri Beyin
Şeyhül-îslâmlığı zamanında alınan bir kararla «Amâlar Medresesi» lâğvedildi. Ve bu suretle o güzelim hayır müessesesi tarihe karıştı.

Talat Bey bana «baba» diye hitap ederdi. Bunların dahil oldukları hükümet, âmâlara mahsus olan bu müesseseyi lâğvetmeye karar verir, fakat her ikisi de beni çok sevdiklerinden, bu işin ben burada olmadığım bir sırada yapılmasının uygun olacağı hususunda mutabakata vardıklarından, bir bahane ile beni Erzurum'a gönderdiler ve ben orada iken de o vakf-ı azîmi lâğvettiler.»

Hayatının muhtelif devrelerinde, bostan bekçiliğinden şeyhliğe, arzuhalcilikten mecelle şârihliğine ve hocalıktan mesnevî-hanlığa kadar çeşitli is ve mesleklerde bulunmuş, Nakşî, Mevlevî ve Hamzavî tarikinin en büyük ve en selâhiyetli mümessillerinden feyiz ve nazar almış olan bu muhterem zât; ömrünün son yirmibes yılını «Eyüp Nişancası'nda Münzevîler semtindeki evinde» münzevîyâne ve mânevi bir refah içinde geçirdi.
Ziyaretine gelenleri dâima güler yüzle karşılar, iltifatkâr sözlerle hâl ve hatırlarını sorar, çocukla çocuk, büyükle büyük olurdu. Onların istidat ve idrakleri derecesine göre sohbet eder, yüksek kabiliyetli olanlara da «Maarif-i Ledünniye»nin en ince ve müskil meselelerini gayet açık ve doyurucu beyanla-riyle şerh ve izah eder, onların gönüllerini «Rahmanî cezbeler»le «İLAH-I HAKİKİ ye cezbederdi.
Mürşid-i âli'leri Abdülkadir-ül Belhî'ye, zamanın arifleri (Hallâl-i müşkilât) derlermiş. Kemâlî Efendi de her hususta vârisi
bulunduğu mürşidinin bu mazhariyetine de sahip olmuştu. Maddi ve manevî müşkilât içinde kalan herkesin mercii ve müracaatgâhı idi .
Hülâsa: Derdi olan ona koşar, bir felâkete duçar olan soluğu onda alır, «Seyr-i manevî» de «Berzah» a düşen ondan istimdat ederdi. O Hak kapısını çalan her talep sahibi boş dönmez, niyyetine göre muradına nail olurdu. EHL-İ BEYT SEVGİSİNİ aşılamaya bilhassa gayret eder ve her sohbetinde onların yüksek ve eşsiz meziyetlerini anlatır, bir çok sırlar ifşa ederdi.
En büyük zevki; boş vakitlerinde, İlmî ve faydalı her türlü neşriyatı okutup dinlemek ve gönlüne vârid olan «Sunuhât-ı îlâhiye»yi manzum veya nesir olarak yazdırmaktı.

Mensur eserleri:
1- Âmentü şerhi.
2- Hilkat ve insaniyet,
3- Islâmda hac.
4- Esrar-ı Kur'an.
5- Elif, Lam, Mim tefsiri,
6- Biy'at-ı hakikiye,
7- «İnnâ aradnel-emânete» âyetinin tefsiri.
8- İslâm'da vefa.
9- Hekim-i Kâmil.
10- Mürşid-i Kâmil ve sâlikin ahvalini bildirir bir temsil.
11- Namaz, Zekât ve Oruc'un hakikati.

5 Ocak 1954 tarihinde hastalanarak yatağa düştü. Üç gün devam eden hastalığı esnasında kimse ile konuşmadı, yalnız üçüncü gece baş ucunda nöbet bekleyen ihvandan üç zâtı uyandırarak, kendisine mensup olanlara ait bazı müjdeli haberlerde bulunarak tekrar yattı ve aynı gece saat 23.56'da ( 8 Ocak 1954 Cuma gecesi ) câmey-i nâsutdan soyunarak «Envâr-ı bekabillâh» da sırroldu.
Sâdef-i mübarekleri, 10 ocak 1954 pazar günü saat 11'de Nişanca'daki evinden alınarak, evvelâ senelerce hizmet ettiği Sah Murat Dergâhı'na götürüldü, mürşid-i âlileri Abdülkadir-ül Belhî hazretlerinin kabri münevverlerinde bir Fatiha'lık vakfeden sonra Eyüb'e indirilerek Eyüp Câmii'nde kılınan cenaze namazından sonra, sevdiklerinin ve hayranlarının başları üzerinde taşınarak tehlil ve tekbirlerle Edirnekapı mezarlığına götürülerek Rahmet-i İlâhi'ye tevdi kılındı,

(Rahmetullahi aleyh ve kaddesallahu sırrahu)
Allanın rahmeti onun üzerine olsun ve Allah sırrını takdis etsin.

Kabir taşına yazılan ve kendisine ait olan Kitâbe'nin manzum kısmı:

.