TEK OKUYUCU İÇİN KISA HİKÂYELER
MEKTEPLER, ZARARSIZ YERLERDİR
Prof. Dr. Mustafa Erdoğan Sürat
Altmış sekiz kuşağı argosunda, “mektep” diye-Osmanlıcadan insanlığa miras kalmış en iğrenç terimle-kerhanelere denirmiş; ancak başlığımızdaki mana, okul... Okul, zararsızdır, fakat zararlı derecede faydasızdır da. Tarihsel Cani Hitler, diğer bir deyişle fenalığı tartışılamaz şu kötülükler önderi, kötülüğü gittiği mekteplerden mi öğrendi yani: hayır. O kesinlikle, öğrenci arkadaşlarına ve öğretmenlerine iyi birisi gibi gözüke-gözüke, önderlik intihabına yetecek kadar siyasi aldatmacanın sahibi olmuş en fena kişidir. Anlatımın devamındaki mistik röportajı okuyan herkes bunun böyle olduğunu zaten anlıyor. Türkiye, Suriye ve Kuzey Kore'nin güya sosyalistleri işçi düşmanı, ham milliyetçileri ise millet katilidirler ve dahi okullar onlara-bırakın erdem aşılamayı-kuru, karşılıksız, hatta kaba-saba, magandaca sevgiyi olsun öğretememiştir.
Namuslu örneklerde de durum böyle: yoksul bir derviş, dünyada dikili bir ağacı olmadığı için, meteoroloji raporlarının kendisine hitap etmediğini düşünür, ezilir, yine de hoyratça isyana yeltenmez; bir gün hava raporlarının onu da muhatap alacağı düşüncesiyle umut rüzgârları ve mutluluk rahmetiyle doluverir. Derviş rüzgârları, kuzey-doğudan eser, Osmanlı Ordularını perişan etmiş, ta Yeşilköy önlerine kadar gelmiş Rus askerlerine dua eden ve boylarından büyük haç taşıdıkları için uzaktan komik gözüken papazlara inat, yağmur bulutları taşırlar. Yağmurun öteki adıysa rahmet... O papazlar bu ince hisleri anlar da, şimdilerde ittifak yapan solcu ulusalcılarla hanzo milliyetçiler anlamaz, ne yazık! Bunları geçin bir kalem... Okullar yıkılmalı, derhal; tamam mı?
-“Yıkım ekibi geldi amirim, okulu yıkmaya hazırız; ama üç tel saçını ıslatıp sağdan sola yapıştıran müdür Kel Mahmut, ana-okulu öğrencilerini rehin alarak çatıya tırmanmış. Bu arada milli eğitim müdürümüz de olay mahalline intikal ettiler Dozerin temeli kazma işlemini erteleyelim mi?”
-“Hayır, ne münasebet arkadaşlar, tam tersine birinci katı top yekûn havaya uçurun. Okul dediğin nedir yahu, iki katlı bir tatsızlık evi. İndiriverin ilk katı yere, kel müdür iniversin zemine de, havası boşalsın! Fakat bu arada, neden güldünüz sayın cani ulusal eğitim müdürü?”
-“Bir caniye ’sayın' dediğiniz için efendim.”
-“Haklısın ilerde tarih kitapları Anadolu ve Trakya'daki ırkçıların, başka soylara yöneltebileceği ’sayın' hitabı nedeniyle milleti hapse tıktığını yazacak ve belki de kimse inanmayacak, tarih sayfalarında yazılanlara. Hem bırak bütün bunları, millet ne katillere, hırsızlara, uyuşturucu baronlarına ’sayın” diyor, ah bir bilsen. Ah-ah-ah... O da nesi? Anladım okulun işi tamam; şimdi Tarihsel cani “Sayın Hitler” ile röportajımıza geçeceğiz; arkadaşlar dağılın.”
Söyleşi için önce HABUR sınır kapısından içeri girelim yahut dışarı çıkalım izninizle. Büyük Kürt âlimi Talip Cana-bani tarafından inşa edilen ve soykırımcılarla metafizik röportajlar yapmamıza olanak sağlayan bina Güney-Kürdistan'da zira.
-“Hoş geldiniz Prof. MES.-Solzhenitsyn08!”
-“Selamünaleyküm. Hoş bulduk, efem! Sayın Hitler neredeler? Biliyor musunuz, çocukken ben onu çoğul zannederdim, yani tek bir önder değil de bir-kaç kişi”
-“Okul bozmuş sizi değerli profesör. Hitler, okula gitmeden önce isabetle tahmin ettiğiniz üzere bir çetenin adıdır, zayıf bir olasılık ya, uluslar arası bir gücü asla bulunamayacak Ergenekon da buna dâhildir belki. Sizi okul bozmuş hocam.”
ŞANSAL'a “ağzını bozma” demek için ağzımı açtığım an, bilim-evinin kafeteryasında kuytu bir köşeye sıkışmış, kahve içerek, gazete karıştırarak zaman öldüren ve tabii ki röportajı bekleyen Hitler bey ile göz göze geldik; söyleşiye başladık, her konuşulan sözcük kayıt altına alındı, çarpıtılarak veya çarpıtılmadan özetlendi! Aşağıdaki kayıt, okuyucuların zihnini çarpıtma gücüne sahip olmakla birlikte aslına uygun kalmıştır:
“Küçük ismim, Adolf... Adımın anlamını öğrendiğim gün, okulla ziyaret ettiğimiz şeker fabrikasından dönüyorduk. Banliyö ile kent merkezi arasındaki şosede pus vardı, puslu atmosferin gözlerimizle gerçekler arasına gerdiği perde, havadaki nem kitlelerine rahat bir manevra olanağı veriyordu. Kocaman nem halıları-su buharından yapılmış uzun enli yolluklar-yere inip tekrar göğe yükseliyorlardı. Bütün bunları, o zaman, okulun bana asla kazandırmayacağı zihinsel becerilerle izliyor, şimdi yine, kazanımlarında kendimi okula borçlu hissetmediğim, edebi gücümle cümleleştiriyorum! Çok mat, kahve renkli; ölüme, yazgıya, zafere, bahara; kısacası gelmiş ve gelebilecek her yaşamsal cilveye hazır bekleyen ağaçları hızla geçip gitmekteydi öğrenci servisimizin taşın aracı. Bir ara taşıt yavaşladı; önceden tasarladığımız biçimde Mehmet adlı bir arkadaşımız ile, sevdiğimiz ve aşkımızı açıklayamadığımız kızlarla ruhlarımız dopdolu, yeşili tozlanıp maviye dönmüş o emektar ama diri servis otobüsünden aşağı atlayıverdik.”
-“Sizin doğayı ve yaşamı bir senfoni gibi algılayıp yudumlamanız öğretmenlerinizin ilgisini çekmemiş miydi ’Merhaba nasıl gidiyor araba' Hitler?”
-“Asla, sayın külhanbeyi profesör, sayın MES, asla... Hem zaten arkadaşımın adı da KUPRİN ile Mehmet arasında gidip geliyordu; Türklerden iğrendiği zaman o, ALEXANDER KUPRİN idi; tüm insanlığı kucakladığında ise Mehmet!”
Hitler'le röportaja başladığımızda, röportaj henüz başlamamıştı. Elde edilmiş ve yukarıya aktarılmış ifadelerin kime ait olduğunu şimdi burada söylemem ise edeple ne denli bağdaşır bilemiyorum. Hayır, yapamam; üstüme varmayın lütfen! Tamam, söylediğim her şey geri alınmıştır. Söyleşinin bundan sonraki bölümüyse tamamen adi, günlük, düzeysiz, yüzeysel ve genel kabul görmüş gerçeklere uygun olacaktır; aha işte-ekmeği öpüp başıma götürüyorum-yemin!
Kürt âlimi Talip Celal-ani (yoksa isim Talip Cana-bani miydi? Kim? Ne? Bu Alzheimer mi yoksa? Bismillah... Aklıma mukayyet ol yarabbi!) , evet, Tayip Bey tarafından inşa ettirilmiş, ilmi uyku merkezine girdikten hemen sonra, insanları uykulu-rüya odalarına buyur ediyorlardı. Odalarda, gaz lambası, içinde tuzlu suya yatırılmış kahvaltılık peynir bulunan gaz tenekeleri, parlak kuşe kâğıda basılmış Cumhuriyet kitapçığı, yani ’cumhuriyetimizin kırmızı ve siyah faşist ilkeleri', gömlek ve pantolon sermeye elverişli tahta sandalyeler ve ceketinizi asmanız için kapıları arkasına çakılı çiviler, mıhlar göze çarpan ilk taşınmazlardı. Odadaki bir resimde, orta kentli bir ailenin büyük yeğenlerinin en küçüğü-nereden baksanız kırk beş yaşın üstündeki- Hüsamettin Ö.'nün herhangi bir Temmuzun saat on dokuzunda çekilmiş bir fotoğrafı var. Foto R. bey bu siyah-beyaz resme büyük ailenin o mütevazı güne sığdırdığı tüm zaferleri, piknikleri, maç keyfi, ufak tamiratlar, başka bir Mehmet'in (Mehmet Y.) annesine özgü ev temizliği incelikleri... Zira onun evinde önce camlar mı silinir, yoksa perdeler kaç haftada bir yıkanır? Derken... Vali yardımcısıyla (yoksa müftü bey miydi?) demin selamlaştığına demin tanıklık ettiğimiz... Büyük ailenin belki yaşça tam değil fakat işçe en büyüğünün toplu bir ibadetten dönerken manavına sardırttığı salatalıklar... Hepsi de tam yemelik...
Anlat-anlat bitmiyor, okullar, bir işi başa kadar götürmeyi öğretemiyor; insanlara yepyeni yarım kalmış duygu ve bilgiler kazandırıyor ancak. Bitmişleri başa çeviren okulları yıkmalıyız, çünkü okulla bitirmek fiili bağdaşmıyor. Söyleşi-röportaj-saatinde Hitler mahzeni andıran bilmem kaçıncı bir boyuttan beliriyor. Görüntüsünden besbelli, o bir acımasız. Diktatörler şüphesiz acımasızdırlar, zira kendilerine yapılmış-aslında herkese yapılabilecek türden-haksızlıkları hiçbir zaman bağışlamamışlardır, bu durum ise onların inanılmaz ölçüde kendilerine acımalarına neden olmuştur. Hitler kendisine öylesine yoğun acıyordu ki, başkasına ayıracak kadar acıma duygusu kalmamıştı içinde.
Ben fırsatı değerlendirip, atağa geçtim:
-“Dikta ehlinin yüksek ahlak dersleri de hiç bitmez, zira ahlaksızlıkta sınır tanımaz onlar. Hey sayın yahut gayrı-Sayın Hitler, senin kendine sonsuz acımana neden olanlar kimlerdi: Yahudiler mi, öğretmenlerin mi? Ki onların yüzünden insanlığı acınacak durumlara düşürdün böyle?”
Ona gelince, gülümseyerek elin uzatmış, hayli uzak bir mesafede bekleye-duruyordu; dikta kurnazlığı işte, gurur sürtme, ayağına getirme filan. Biz röportaj satrancını oynarken çevremizdeki Alman kurt köpekleri, dâhili kavakların yüksek dallarına tırmanmış kediden büyük tarla farelerine doğru hamle üstüne hamle yapıp uluyorlardı. Bu noktada şans yardım etti, diktatör bir anlık panikle kendisini kucağıma fırlattı, havada-ve elbette hayatta- ikinci kez ölmüştü. Son sözlerini anımsıyorum tarihsel caninin:
-“ Öğretmenler, kişiyi olumlu yahut olumsuz yönde etkileyebilirler; fakat okullar katiyen başaramaz bunu. Evet, söylediğiniz gibi, en hafif deyimiyle, okullar, sadece zararsızdırlar ve de zararlı derecede yararsız!”
TEK OKUYUCU İÇİN KISA HİKÂYELER
YAZILI BİR MACERA FİLMİ
(Gerçeküstü Yazar ve Tertemiz Gerçekler)
Prof. Dr. Mustafa Erdoğan Sürat
Gerçeküstü nedir? Sorunun yanıtı milletten millete değişir. Bizim için cevap: Gerçeküstü dediğiniz akım, Tara... Gazetesindeki türbanlı hanımın 27 Ekim 2009 tarihinde demokrasi karşıtı, silahlı despotlara “Yaş mı da kuru mu?” şeklinde soru yöneltmesidir; çünkü bu lafın devamı “ana” sözcüğünde bir noktaya odaklanır. Silahlı çete için bu kötü bir rüya. (Nitekim sabah arayıp rüyalarını tabir etmemi-yorumlamamı-istedilerdi. “Rüyanız hayrolsun, hayır içinde olalım, gündüz niyetine” şeklinde kalıplaşmış tabirimi arz edip, el hareketi çektiydim. SONRA FİLM BAŞLADI!)
BEYAZ PERDEDE görüntüler, konuşmalar, fon müziği. Gerçeküstü yazarın biri, bir gün, evde kimsenin olmadığı zamanlar evin kocaman antika boy aynasına doğru yürüyüp, sırlı kristali kırmadan arkasına geçebildiğini fark etti! Aynanın arkasında her şeyin tersine işlediği bir düzen bulunuyordu hep: su açık musluklardan içeri kaçıyor, yazarcık tavanda geziniyor, eski tükürükleri ağzına geri dönüyor, kendisinin ve dünyanın yaşı gençleşiyor, güneş batmadan etraf aydınlanmıyordu. Bu ters dünyada ancak, sarı yaldızlı antika aynadan kaçarak, ona yaklaşabiliyor, yeniden içerisinden geçip, odasına geri dönebiliyordu. Kimselere faydası bulunmayan bu serüvenin gerçeğini kavrayabilmek amacıyla, gerçeküstü yazar, gerçeküstü bir öykünün konusu olmaya karar verince, okuduğunuz şu satırlara ulaşıverdi. O yazar bu noktadan itibaren, yazıyor değil yazılıyor olacak... Özgürlük açısından iyi gelecek midir bir yazara, yazılıyor olmak? Elbette evet... Fazlasıyla! İnsanın kendini en hür duyumsadığı an, sorumluluğunun sıfıra indirgendiği an değil midir? En hür... Düşünün ve titreyin: BEN HUR da buradan gelir... Hahaha!
Yazarın bizzat konusu olduğu öyküde anlatılacak mesele nedir? Benim meselem, bizim meselemiz, herkesin meselesi: Aynanın arkasındaki dünya ters ise, aynanın önüne kaçtığında bu terslik sona erer; artık mutlusun ya da her şey düzelir. Doğallıkla bu çıkarsama baştan aşağı yanlış... Her iş düzelsin de fatihler intihar mı etsin? “İşler düzelir bozulmak için!” İmza: Kral Arthur...
Seni anlatan öykü gerçek-üstüyse sen de sürrealist takıldığın için iki kez çıktığın kapıdan, çünkü çıkışlar hep serbesttir; evet, iki kez çıktığın kapıdan yalnızca bir kez içeri girebilirsin, zira girişlerde ille bir kontrol bulunur. Kral Arthur'un bilge dostunun-bu hikâyede iddia edilen vecizesi şöyleydi sanırım:
İki kez ters yöne döndün,
Bir kez düzün terstir, tersin düz
Düzelmek için tersine dön!
Bu masum laflar ister istemez konumuzu siyasileştirir Ne demek tersin düz? Sen Sovyet ajanı mısın, uğursuz musun, düz-taban mısın? Bastığın toprak kuruyor mu? Sürrealist, yani gerçeküstü anlatım, anasının-ki annesi gerçeğin ta kendisidir-kucağında oturup muhallebisini mideye indirirken, içinde mutfak kokusu bulunmayan mevzuları zorlar durur. (Don KİŞOT' un korku ve yakınmaları da bu arada, ne denli haklıymış ve de dünyamız hala ne kadar acımasız. Muhallebi dedim ama ya Keşkül idiyse... Acaba Keşkül müydü?)
Sürrealist beyin, mutlu ve dizginlenemez bir afacandır. Eğer o mutlu ve masum beynin sahibine koruyucu kucağını açan tertemiz annesi değil de, basın mafyasının porno gazeteleriyle ünlü inanç düşmanı A.D olsaydı, gerçeküstücü yapıtlar bırakın mutfak kokularını, ayak-yolunun dışkılanmış gıda ve püskürtülmüş parfüm kokteylinden başka hangi esansı sunardı okura?
Şimdi parfüm-kazurat ikilisinin yerli romana kattığı türlerin bir dökümünü yapıyor ayna delen yazar: Köy Romanı, Kanlı Dizi, Yerli Polisiye, Siyasi-Komplo Vadisi, Aşk-Meşk öyküleri filan. Eyvah! Fevkalade vahim gelişmeler var... Yazarcığımız şu anda, bir zamanlar bu türlere iptilasıyla maruf tüm tanıdıklarının, tuvalet kâğıdı yalamaktan başka bir şey yapmadıklarını ve bizimkine benzer ülkelerde basılan kitapların ve de o kitapları okuyanların sayısının, kimi zaman sümük veya sperm bulaşık rulolara başını gömmüş helâ tiryakilerinin sayısına eşit çıkabileceğini düşünerek, öykünün bu satırından itibaren, aramızdan tüymüş bulunuyor!
Bakın-bakın acelesi varmışçasına bırakın yolu, kaldırımın dahi kıyısına sürtünürcesine yürüyor. Söğütlerin yaşlanmadan saçları dökülmüş dördüz lohusalarına misal, yapraklarını bir yandan rüzgâra salıp bir yandan sararmaya terk etmiş siluetleriyle neredeyse özdeş bir görüntü sundu gözlere, derken ufuktan silinip gitti gördünüz işte!
(On ay sonra aynı yer. Salkım söğütleriyle ünlü caddede bir kitapçı dükkânı! En göz alıcı bir rafta Ayna-Delenin Kitabı: Adı kitabın: BKGDSD.-Basılan Kitap ve Gazete-Dergi Sayınızı Dikeyim Ulan-olsa gerek! Yazar kitaplarını imzalıyor ve satışları kızıştırmak için döne-döne son bölümü okuyup duruyor)
Yargıç:
-“Evladım tertemiz gerçeklerle evlendiğiniz kadından niçin boşanmak istiyorsunuz?”
İç-Güveyi:
-“İçim dışıma çıktı da hâkim bey, ondan...”
Yargıç:
-“Ne iş yaparsın oğlum?”
Yaşlı adam:
-“Efendim, bendeniz yaşlanırım. Mesela yaşım sizden büyüktür.”
Kadın:
-“Hâkim bey bana tecavüz eden kişi bunlardan birisiydi, eminim.”
Yargıç:
-“Adın ne kızım?”
Tecavüze uğrayan kadın:
-“T.U.K efendim. Hayır, pardon yani, BKGDSD!”
Ayna-delen Yazar:
-“ Ben sadece sövmüştüm. Hem küfrüm dişileşti, hem de yoldan çıkardı beni”
İş-Güveyi:
-“İşte o sevgiyle evliydim ben!”
(AKŞAM OLUR. HEPSİ YARGICIN EVİNDE TOPLANIP, TAVLA ATARLAR!)
Gece yarısına doğru Televizyon Yargıcı ve arkadaşları gözaltına alınırlar.
Sabah: Güneşin doğduğu nokta yazarın doğup büyüdüğü mahallede dapdaracık iki caddenin kesiştiği bir mıntıkaya tekabül eder. Size bilgiyi alıştıra-alıştıra vermek istiyorum, ne olur metin olun, üzülüp herkesi üzmeyin. Evet, açıklıyorum: Orada güneş kuzeyden doğuyor!
Televizyon yargıcı, gerçek bir savcı tarafından gerçek bir sorgu hâkimine gönderilmiştir. Buradaki mahkeme tablosu ünlü ekonomist Haydar Kelle'nin deyimiyle çok enteresandır. (Très intéressante)
Gerçek Hâkim:
-“Ne iş yaparsın?”
Televizyon yargıcı:
-“Televizyon Yargıcıyım efendim.”
Sorgu Hâkimi:
-“Oyundaki mağdurların yüz ifadeleri çok korkunç. Onlara ne yaptın? Hemen konuş, beni yerimden kaldırma.
(Bu arada gerçek hâkim bey, karısının gazete kâğıdına sarılı şekilde “ne olur ne olmaz ”diye eline tutuşturduğu maşayı çıkarır. Mübaşir dâhil herkes tabana kuvvet kaçıp, gözden kaybolurlar. Sanal Kumal-asıl yargıç beyin adı buydu zira- kendi kendine söylenip sırıtır: “Yahu, hıh hıh: kaçtılar”!)
Filmin sonu yakın. Oynayın finalle... Onu eğip-bükün... Bozun onu! Filmin sonuna acıyanın, sonu iflah etmez, benden söylemesi. İşte cesaretinizi topladınız, perdenin kornişine kadar tırmandınız. Alo ses! Bir ki... Konuşun:
-“ Filmin başında analardan bahsettik. Ana gerçektir. Gerçeğin kucağında uzun ve huzurlu dönemler yaşamadan gerçek üstü yazılar kaleme alınamaz. Kızıl ve kara faşistlerin kararttığı bir dünyada gerçekle kucaklaşamayız ki, istediğimiz zaman kullanılabilecek bir saçmalama kudretimiz bulunsun. Gerçeküstü, gerçek saçmadır. Eğitimsiz, köylü, kasabalı, şehirli, bilgin, cahil milyonlarla kişi toplayın, onların hepsine tüm gerçekleri öğretebilirisiniz. Fakat despot gölgesi düşmemiş ana kucağında doyasıya oturmuş olanlar dışında hiçbiri saçmalamayı öğrenemez.
Zaman geçer.
Gerçeğin ulaşılabilir bir yalan olduğu iyice açığa çıkar.
Gerçeküstü yazar, gerçeğe ulaşma olanağını elinde bulundurduğu için asla gerçeklerle iş tutmaz. Bakın, bakın Ayna-Delen yazar bizim gerçeğimizden bıktı. Filmde görüldüğü gibi, gördüğü tüm iyilik ve korumalara karşı nasıl da nankör: Tutun kaçıyor... Pembe bir gökyüzü, mavi bir ay var en uzun günlerin erken akşamında. Güneş, karşı kutupta yarım bir narenciye yuvarlağı... Kaçıyor bizden, sizden, hepimizden. İki yol neyin simgesi: O da sürrealist bizler de. O da gerçek üstücü, bizler de gerçeküstü yazarlarız. Müstakbel yayıncım A.C de yazar, ben de yazarım. Bunda ne var erenler aşkına?
Filmi hepiniz adına oynadığım için kusurumu bağışlayın.”
TEK OKUYUCU İÇİN KISA HİKÂYELER
DÖNEN BİLETLER
Prof. Dr. Mustafa Erdoğan Sürat
Milli Piyango Biletlerinin en garantili bayileri Ali Baba ve Kırk Haramiler, kırk bir noktada satışa devam ediyorlar ve biletlerin bir kısmı sabit desteler içerisinde müşteri beklerken bir kısmı pilli özel aygıtlarda fırıl-fırıl dönüyorlar. Başşak-Evet BAŞŞAK, yanlış okumadınız, Başşak-okşayan Elif adlı ünlü yazarımız, kalın barsak amiplerinin mantığıyla bu mevzuu romana döktü. Bir kız veya ağaçtan düşmüş gizli bir madam ve onu seven adam, bilet döngecine tüm romanda takılı kalıyorlar... Kötü lider Alp Er TUNGA, başıboş bir kışladan havan topu atarak döngeci patlatıyor, gizli madamı koruyan adam kör oluyor; adamın gözleri açılıyor, bu kez madam takıyor siyah ama gözlüklerini. Kendileri gibi görme özürlü bir çakal veya sırtlan-diktacı bir Sovyet generali-edinip, tasmasından çekerek, kimi zaman da hain kişilerin üstüne salarak sokaklarda merhamet dilenmeden önce evleniyorlar. Bunları evlendiren memurun gözlük numarası on iki buçuktan, yani su bardağı dip boyutundan daha kalın fakat Elif, bir yandan BAŞŞAK okşuyor bir yandan da bizim, kendi kahramanlarına acımamızı istiyor; o kadar ki, nasıl olsa yazdığım tiplerin-hâşâ-yaratıcısı benim diye, El Kaide militanı gönderip nikâh memurunun gözlerini bile oydurtuyor... Kısacası: falan-filan, estek-köstek; meydan senin at senin/at at kuşlar da yesin!
Hâlbuki Ali Baba ve Kırk Haramiler, bilet alıcılarının neler-neler düşünebileceğini, düşünebilirler. Onların günlük mantık egzersizlerine göre, eğer dönen destede kazanabilecek bir numara varsa, dönme işlemi kesinlikle müşterinin lehinedir. Müşteri, bir sürü biletin içerisinden, yorulup, herhangi birisini seçmek durumunda neden kalmalı? Neden kalsın? Fakat bir ya da birden fazla bilet seçen bir kişi bizzat kendisi, “diğerleri kalsın” demiyor mu? Seçtiklerini mi alıyorlar, seçmediklerini mi bırakıyorlar Tanrı aşkına? Aldığına sahip çıkan ve onu koynunda itinayla saklayan her müşterinin önünde iki yol bulunur daima: aklının geride kalan biletlerde takılı kalması veya biletini kem gözlerden, itinayla, saklaması. Elem tere fiş... Kem gözlere şiş. Elif-BAŞŞAK okşayan-musibetini başımızdan atmadan Orhanlı imparatorluğunu kuranların günümüzdeki temsilcisi Orhan Topuk-ağabeyi Orhan Kopuk'un torpiliyle-bir senaryo alıyor kaleme. Kaptanın birine piyangodan para vurmuş da, bilet saklanırken hane halkı kâbus görüyorlarmış da; heykellerinin başına güvercin dışkılayan, askeri zevatının hep höt dediği memlekette höt' ünü yiyim ayağı...
Oysa Ali Baba ve Kırk Haramiler, eğer kazanamayacak numaralar dışında numara pazarladıklarını düşünüyorlarsa-ki bazı çekilişlerde böyle düşündükleri yadsınmaz bir gerçektir-o zaman, toptan bilet alırken kendileri de toptancıdan biletleri döndürmesini istiyorlar ve toptan biletlerde döndürme olanaklı bulunmasa da buna yakın bir mekanizmayla toplu alış gerçekleştiriliyor. Mesela bilgisayarda tüm numaraları kapsayan, sanal bir uzayın derinliklerini, dikdörtgen prizma yerine-zira her bilet yüksekliği çok cüzi bir prizmadır-yuvarlak biletlerle doldurursa insan, alımlarını istediği sürece o topları döndürdükten sonra yapabilir ki, zaten Etiler'de yumuşak, Sarıyer'de yavşak toplar... Yahu ben ne diyom böyle? Ali Baba ve kırk Haramiler kadar düşünemiyoruz, hatta onların mantıksal spekülasyonlarının kılı kadar olamıyoruz. Hadi yazanlar yazıyor, okuyanlara yazık değil mi? Boş laf bu bölümcükten sonra yok, iyi mi? Ali Baba ve Kırk Haramiler-in in-,pardon yirmi harami-in daha in- Ali Baba'nın yarısı-in kardeşim-peki milli piyango satan yurttaş, ana sorunun perakende satışlarda değil, toptan alışlardan kaynaklandığını biliyor. Satıcının elinde şanslı bilet varsa, alıcıların ille de bir kazanma olasılığı bulunmaz mı? Bulunur! O zaman, varsayalım ki, büyük ikramiye konumuzun satıcısına ve o satıcı döndürme konusuna yine de özel bir önem atfediliyor. Tüm biletler, döngece konulamayacağına göre, döngecin biletleri başka bir döngeç-bir ön döngeçten-geçirilerek seçilecektir. Ancak bu fikir ve karşıt önerisini de döngece koymak dışında bir almaşık bulunabilir mi? Ana yönteme göre, hayır!
Bilet döndürmenin kuvveden fiiliyata aktarımı, diğer bir deyişle kuramsaldan eyleme dökülmesi öncesinde her yönden güvenilmez olduğunu satıcımız biliyor. İster toptan bilet döndür, ister kısmen, kaç kademeli döndürürsen döndür, bu döndürmelerin, piyango isabet etmesiyle zerrece ilgisi bulunmaz. Nereye kadar? Biletler-dönen biletler elbet-müşterinin önünde dönmeye başlayıncaya kadar... O andan sonra satıcı da, bilet döndürmenin, alıcını kaderinde bir kırılma, bir dönme noktası oluşturabileceğini biliyor!
Kader, piyangoya oyun oynuyor, piyango da bilet alan kişilere. Bu kişilerin sayısı kırk; adları da kırk haramiler. Olmaz çocuğum, üzme anneni! O zaman bilet satanlara “Ali Baba ve kırk Haramiler” diyebilir miyim? Zevzekliğin âlemi yok, terbiyesizlik etme. O zaman “BAŞŞAK” nedir? HİH-HİH-HİH... Ulan beni de güldürdün köftehor. Peki, satıcı kimin oyuncağı anneciğim: kaderin mi, piyangonun mu, müşterinin mi? Kaderin tabii... Nişanlısı askere giden biraz çirkin-nöbetçi suratlı-kızların deyimiyle TIBİİ! Tabii olan nedir? Şu: kader satıcıya, büyük ikramiyenin milyonlarını birkaç kuruş karşılığında talihli bir domuza-ağzına biber sürtme vakti geldi artık anneciğim-tamam, talihli bir vatandaşa sattırıyor. Satmayıp evine götürse ya, anne... Anneciğim, beni dinle. Sus yavrum, bak amcalara ayıp oluyor. Anne be, satıcı amca neden büyük ikramiye çıkacak bileti evine götürmüyor? Böyle saçma şey olur mu evladım, neden götürsün? Hişt anne, ben Pastör'üm Pastör! Kuyruk sokumuna vurulunca, gözleri kör olan bir âlime acımayacak mısın? Ben pilotum pilot. Adım Hakan, Kürt Hava Yollarında pilotum. İn-in. Pist temizlik görevlisiyim, kuyruk sokumuma vuruldu, kör oldum. Çık-çık. Çok açıkgözüm, göremiyorum yalanıyla sahneye çıktım, malı götürdüm, piyangoya filan ihtiyacım da yok. Yavrucuğum biraz normal insanlar gibi konuşsana. Nasıl bir normal konuşma? Mesela “Su insanı boğar, ateş yakar”! Hadi oradan, kaynar su da insanı yakar. O ne o öyle: hadi filan? Sen eve gidince görürsün. Anne hop dedik! Oğlun kuduz aşısını buldu, sen onu hala bebek yerine koyuyorsun. Şimdi söyle bakalım, satıcılar neden büyük ikramiye isabet eden tüm biletleri kendi evlerine götürmediler bu güne dek? Ne bileyim yavrum, sen koca bir âlim, ben tahsilsiz bir kadın; annen olsam da, senin yanında cahil birisiyim ben! Yanıtla neden götürmediler? Belki götürenleri olmuştur ne bileyim... Olmuştur başka götürdüler başka; neden götürmediler?
ALOOO! Hanım teyze bu çocuğu bilet kuyruğundan çıkarıver lütfen; baksana müşterinin aklını çeliyor. Yavrum çocuk dediğin PASTÖR! İlerde herkesi kuduz olmaktan kurtaracak mucit, bu çocuk işte. Teyze ben kimya doktoruyum, ne PASTÖR'Ü yahu? O mucit merhum olalı nice on yıllar geçti... O zaman bu çocuk İBN-İ HALDUN! İtirazı olan var mı? Etraftan gülüşmeler... İBN-İ NE? İBN-İ NE? KAH KAH KAH... Ay hiç güleceğimiz yoktu. Anne şu adam ay dedi; o, İBN-İ bir şey mi? Soğuk, buz gibi hava eser kalabalıkta. Haldun'a tokat atar annesi, kuyruktan çıkarlar. Cahil halk peşleri sıra homurdanır...
.