BİR DAĞ GİBİ ADAM BİR DAĞ GİBİ

Bekir Sıddık SOYSAL

Baydur Yılmaz

Sıcak çöl rüzgârıyla nazlı-nazlı dalgalanan ve göz alabildiğine uzanan, bir gök ekin denizi… Bu yeşil denizi çepeçevre saran her yerde, ölüm havası estiren kum okyanusu… 

 

Ak teni, zencilerinki kadar siyaha dönmüş cerbezeli bir adam, elinde tuttuğu şapkasını, öldürücü güneşe rağmen başına takmayı unutacak kadar heyecanlı… Ülkesinden gelen şişman muhatabına, bulunduğu ülke adına yarattığı eserini takdim ediyor.

Muhatab bir ara aykırılığı fark ediyor, uzanıp sert bir şekilde adamın elindeki şapkayı  kaptığı gibi olması gereken yere koyuyor. Şapkanın siperi hafif sola kayık. Kıkırdamalar oluyor. Adam işiyle öylesine bütünleşmiş ki kendi üzerinde vuku bulan durumlardan bihaber, hâkim bir eda ile anlatıyor, anlatıyor.

Muhatab yüzünde hayranlık ve şaşkınlık ifadelerinin biteviye değiştiği bir halet-i ruhiye içerisinde fevkalâde bir alâka ile bitki ıslahı ve genetik terminolojisi üzerinden yapılan bu sunumu dinliyor, dinliyor.

 Adeta koşar adım bir süratle, kendisini izleyen ve dinleyenleri arkasından sürükleyen cerbeze, müthiş bir cazibe oluşturmuş olmalı ki –korkunç sıcak ve güneşe rağmen- yüzlerde, en ufak bir bıkkınlık emaresi okunmuyor.

Yüksek gerilimli sunuşun tesiriyle çakırkeyif heyet bu sefer şişman muhatap ardında kürsüye yöneliyor.

Şişman muhatap yani EKO Zirvesi için Türkmenistan’da bulunan Türkiye’nin 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel; kürsüden ellerini iki yana açarak “bakımız, bu sonsuz yeşillikler mucizesine bakınız” diyor ve adama yani o yeşillikler mucizesinin mimarı Dr. Baydur Yılmaz’a elini uzatarak “kardeşim seni yüreğinden öpüyorum. Bu ülkede insanımızın emek, sermaye ve mühendislik yoluyla meydana getirdiği her şeye faik bir eser vücuda getirmişsin. Bu, bizim buradaki varlığımızla ortaya çıkan her şeyi taçlandırdı” gibi iltifatlarla söze başlıyor ve Baydur Yılmaz’ın az önceki sunumunu şaşılacak bir vukufiyetle özetliyor ve “şu an itibariyle bu coğrafyayla uyumlu, hem de verimli kaç buğday tohumluğu tescil ettirdin” diye soruyor ve “altı çeşit”  cevabını –tekraren- alınca, “işte benim insanımın Türkmen doğanlarına en büyük hediyesi budur. Yani kaliteli ve verimli ekmek fırsatıdır.

Sen bu vasfınla hem anavatanının, hem de atavatanının vicdanı ve gururu oldun” diyerek sözlerini tamamlıyor.

 

 

Aynı mahallenin çocuklarıydık. Çocuklarıydık dediğime bakmayın ben çocuktum o, delikanlılığı bıçkın bir imaj üzerinden resmeden bir eda ile etrafını tesiri altına alan, bir ömür sürecek soyluluk iddiası ve inancıyla dikkatimizi çekerdi.

Erzurum’un en iddialı takımlarından 12 Mart Kulübü’nün en gürültücü, sinirli, hırslı, kendine has eda ve tavrı olan bir futbolcusuydu.

O yıllarda dahi futbolu pek sevip, anlamamakla birlikte, Baydur’un yıldız topçulardan biri olduğunu düşünürdüm.

Bu oyuna çevremdeki insanların rağmına pek de ilgi duymazdım ama başta Baydur olmak üzere mahallemizde Erzurum’un en iyi üç takımında futbol oynayan ve kayak takımının şöhretleri olan ağabeyler vardı.

İçlerinde komşuluk hukukunu öz ağabeylik mesuliyetiyle aynileştiren ve benimle bir mürebbi gibi ilgilenenleri de vardı.

Bu imtiyazla maçları hep saha içinden seyrederdim.

Gerçi bu seyirden cirit ve güreşten duyduğum zevki pek duymazdım.

Ama o ağabeyler mürüvvetinin keyfi için bulunduğum sahada, bir süre sonra oyundan kopar, içime kapanır ve hayal atımın sırtında dünyayı dolaşırdım. Bu hayal seyahatinin müşahhas tek objesi Erzurum ve kaplıcaları olan ilçe ve nahiyeleri idi…

Dolayısıyla Belh’i, Buharay’ı Semerkand’ı, Tebrizi, Taşkent’i , İstanbul’u ilh. türkülerden, masal, hikâye ve intibalardan duyduğum bütün bu tarz isimler üzerinden kurduğum mücerret şehirleri, ideal ve ütopik hayat kurgusu ve devamlılığı ile yaşayarak dolaşırdım.

İşte bu hayal seyrinden –bir nevi değirmenci uykusundan- zaman-zaman seyircilerin de katıldığı kavga sesleriyle uyanırdım.

Çoğunlukla Baydur’u yatıştırmaya çalışan ve çılgın enerjisine zorlukla bend olan takım arkadaşlarının onu hep merkezde tutan, haklı gören halleri beni derinden etkilerdi.

 

Yıllar geçti, onlar mahallemizden ayrıldı, üniversiteye gitti ve futbolu bıraktı.

Uzun yıllar görüşemez olduk.

Sonra bir vesile ile yollarımız kesişti ve yıllar süren bir dostluk dönemi başladı.

Gördüm ki futbol sahalarında ortaya koyduğu enerjisi ve ihtirasına bir de yüksek zekâ ve engin bir mesleki bilginin, ilmi tecrübenin aklını, vatanseverlik ve milliyet şuuru ile meslek ve iş haysiyetinin vicdanını katmış.

Erzurum Zirai Araştırma Enstitüsünde  Müdür yardımcısı idi.

Ölümüne çalışıyor, civar illerdeki deneme tarlalarında koşuşturup duruyordu.

Merhum Prof. Dr. Fahrettin Tosun’un gözde talebelerindendi.

Birleşmiş Milletlerin gıda programlarından olan CIMMYT’te eğitim görmüştü.

Bu programın uluslararası eğitim ve yazlık buğday geliştirme uygulamasının yapıldığı Meksika’da, Nobel mükâfatlı Dr. Borlok’un yanında kariyerini geliştirmiş, döndükten sonra Prof. Dr. Fahrettin Tosun’un müşavirliğinde ve ilim çevrelerince de önemsenen bir tezle  doktor olmuştu.

 

O, gerçek ilim faaliyetinin enstitü ortamında olacağına inandığı için üniversiteye intisap etmedi .

Araştırma enstitüleri onun için bu manada bir ilim mabedi gibiydi. Bu müessesenin  kuruluşunda yer almış, hububat ıslahı sahasında ciddi, öncü araştırmaları olan Mirza Gökgöl  ve Rüstem Aksel’e  büyük bir kadirbilirlikle bağlanmıştı. 

Hayatımda toprağa bu kadar aşkla bağlanan ikinci bir ziraat mühendisi tanımadım.

Bu aşkı çevresine de yaşatırdı. Muallim vasfı ile oğretir, yetiştirirdi. Araştırma Enstitülerinde yanında yetişen, işe vasıfsız tarım işçisi statüsüyle başlamış insanlar zaman içinde birer uzman ıslah teknisyeni oluverirlerdi. Çoğu zaman bu formasyonlarıyla ziraat mühendislerinin de önüne geçerlerdi.

İşini yaparken, yani toprakla adeta sevişirken, duyduğu haz ve keyif çevresine sirayet ederdi.

Ben o yıllar Erzurum Radyosunda yayın şefi olarak bir taraftan yayın nöbetlerine girer, buna ek olarak da program yaparak kendimi ifadeye çalışırdım.

Dolayısıyla çeşitli kuruluşlardaki uzmanlarla sıkı bir işbirliği içindeydim.  Yayın vardiyasından çıktıktan sonra soluğu üniversite ya da bu kabil kuruluşlardaki uzman arkadaşların yanında alırdım.

Ancak bir süre sonra adeta ikinci iş yerimmişcesine Baydur’un çalıştığı Zirai Araştırma Enstitüsüne devam etmeye başladım.

Bu alâka özellikle onun çalışırken etrafına yaydığı yüksek gerilim ve muallim tabının sağladığı bir tiryakilikti. Hemen her gün ikinci bir mesai süresini bu müessesede geçirir olmuştum. Baydur’un beni tebcil eden, öne çıkaran tavrı, o ortamda bana inisiyatif tanıyan ve odasını masasını bana tahsis eden digergamlığı, uzmanlık alanı ile ilgili, mantıklı-mantıksız bütün sorularıma cevap verme nezaketi, iş içinde sürekli öğretme gayreti, ilmi, mesleki toplantılarda bana söz hakkı verip, görüşlerime itibar ederek beni işe katması,  bu tiryakiliğin cazibesini teşkil ediyordu.

Şaşılacak bir şey zaman içinde terminolojiye aşina olmuş, bir edebiyat metninden aldığım haz ölçüsünde genetik ve ıslah konularından da haz alır olmuştum. Bir süre sonra bu müessesede çalışan hemen her kes benimle ilgilenmeyi bir vazife telakki eder olmuştu.

Baydur’un müdür yardımcısı olduğu bu enstitünün müdürü Turan Yılmaz ve diğer müdür yardımcısı Ali Safi Kıral da benimle -müessesinin iç meseleleri de dahil- her konuyu tartışır olmuştu.

Kendi iş yerimdeki (TRT Erzurum Radyosu) huzursuz, yorucu ortamdan sonra, buradaki anlayışlı, çalışkanlık ve dostluğun hâkim olduğu sevgi atmosferi beni mutlu ediyordu.

İşte bu amatör ilgilerle bağlı olduğum ikinci (gönüllü) iş yerimden, zamanın Gıda, Tarım ve Hayvancık Bakanı Korkut Özal’ın geleceği haberini aldım. Benim de toplantıda hazır bulunmamı ve programım için kayıt ve röportajlar yapabileceğimi söylediler.

Portatif ses düzenimle vardığımda Baydur’u brifing hazırlığı içinde buldum. Müthiş heyecanlı idi. Yüreklendirdim, teskin ettim.

Artık en iyi sunuşu yapacağına emindim.

Az sonra heyet karşısında idi. Bakanı ve Genel Müdürü  önünde göz kamaştırıcı bir imtihan vermişti. Bakanın zekâ fışkıran soru ve tavzih taleplerine, müsemma cevap ve açıklamalarla mukabele etmiş ve fevkalâde itibar kazanmıştı.

Artık “Baydur Yılmaz” adı üst yönetimin, siyasi iradenin mülahaza hanesinde yer tutmuştu. Nitekim hemen ardından torba kadro ile ödüllendirilerek mağduriyeti giderildi.

12 Eylül müdahalesinin ardından bu kuruluşun en itibarlı müdürlüğüne getirildi . Dönemin bakanı Prof. Sabahattin Özbek’in de itibar ettiği bürokratlar arasındaydı.

 

Baydur asıl itibar yıllarını Turgut Özal Hükümetleri döneminde, Hüsnü Doğan’ın Bakanlığı esnasında yaşadı.

Bu dönemde yapılan reorganizasyon uygulamalarından önemli olanı diyebileceğimiz bir yapılanmayı da yüz akıyla yönetti. Müdürü olduğu kuruluş, Orta Anadolu Bölge Araştırma Enstitüsü ile, Çayır-Mera ve Zootekni Araştırma Enstitüsü, Tarla Bitkileri Merkez Araştırma Enstitüsü adı altında birleşti.

Meslekten olmayan bakan olmasına rağmen Hüsnü Bey, haftada birkaç sabah makamına varmadan önce Baydur’un araştırma parselleri arasında verdiği mutad brifinglerle mesaisini başlatırdı.

Bu dönemde Baydur, hububat sahasındaki hemen bütün uluslar arası anlaşmaya Türkiye adına imza attı .

Her yıl çok sayıda uluslararası kongre ve sempozyumda ülkemizi başarıyla temsil etti. Bu toplantılarda ülkesinin vicdanı gibi davrandı. Bürokratlarımızı mutadı hilafına o, bu seyahatlerin harcırahından para arttırmak gibi bir amaç gütmedi. Tersine bir temsil ve vitrin imajı oluşturmak için, diğer katılımcılarla aynı seviyede ve hatta daha prestijli yerlerde kaldı . Ülkesinin imajı adına, yetersiz harcırahını tamamlama gayreti ile hep mağdur oldu. Mütevazı bir hayat tarzı olmasına rağmen hiç bir tasarrufu olamadı. Hiçbir zaman kendine ait bir evi olmadı.

 

Sovyetler zamanında ülkenin genetik ve ıslah sahasında maruf isimleriyle uluslararası kongre ve sempozyumlarda, ikili görüşmelerde sıkça bir araya gelmiş, karşılıklı bilgi alışverişlerinde bulunmuşlardı. Sovyet dünyasının ilim mahfillerinde de tanınırdı, dostlar edinmişti.

Sovyet sistemi Stalin’li yıllarda genetik ilmini ideolojik sebeplerle adeta yasaklamış , bu sahada çok kan kaybetmişti. Sonraki dönemlerde bu alana –açığı kapatma için- fevkalade ehemmiyet atfedildi.

Karşılıklı gidiş gelişler, etkileşmeler oldu… Azerbaycan Komünist Partisi eski Genel Sekreterlerinden ıslah alimi İmam Taşdemiroğlu Mustafayev ile ileri derecede bir dostluk sebebiyle Azeri sahasına büyük ilgi duydu; edebiyatı, sanatı ve sosyal hayatı üzerinde yoğunlaştı. Taşdemiroğlu onun bu alâkasına, baba yadigârı altın saatini hediye ederek karşılık vermişti.

Yine bu dönemde, Konya’da Bahri Dağdaş Milletlerarası Kışlık Hububat Araştırma Merkezi’nin kuruluşunu gerçekleştirdi .

Bu kuruluşun ardından, Milletlerarası Kışlık Buğday Geliştirme Projesi  Lideri olarak, idari görevlerinin yanında yürüttüğü ilmi faaliyetlerinin “ülkesel” alanına bir de milletlerarası bir alan katmış oluyordu.

Sorumluluğunu taşıdığı müesseselerin araştırmacılarının ve kendisin ilmi faaliyetleri cümlesinden olarak ihtisas alanında çok sayıda ıslah programının meyvesi olan, çeşit tescilleri  ile hem ülkesine hem de insanlığa beslenmenin en temel alanında hizmet etti.

 

Ülkemizde eksikliğini duyduğu, bitki alanında bir gen bankasının alt yapısını, kendi inisiyatifi ile gerçekleştirdi. Onlarca derin dondurucuda gen koleksiyonları oluşturmaya çalıştı.

İşte bu günlerden birinde beni ofisine çağırarak, heyecanla Merhum Adnan Kahveci’nin  ziyaretine geleceğini, gen bankası konusunda görüşmek istediğini söyledi. Çok heyecanlıydı… Motivasyona ihtiyacı vardı. Hazırlıklarını yaptı ve beklenen geldi. Önce mütevazı bankasını gezdirdi. Sonra konuyu masaya yatırdılar. Bu genç siyaset adamına hayranlık duyuyordu. Birbirlerini çok sevdiler.

Bankayla ilgili her türlü destek ve planlamanın ardından ayrıldılar.

Artık prototip halindeki bankasının ciddi statü ile müesseseleşeceğine inanıyordu.

Ancak, bu süreçte önce Baydur görevden alındı, ardından o talihsiz kaza ile Kahveci dünyasını değiştirdi. Ülkemiz adına yüreği çarpan, fedakâr, vatansever iki insan devre dışı kalmışlardı.

 

Hayatı boyunca işini namusu bildi. İş asabiyeti; ideolojik ve siyasi diğer bütün asabiyetlerinin önünde yer aldı. İş arkadaşlarını düşünceleri, siyasi tercihleri ile değil liyakat ve çalışkanlıkları ile değerlendirdi , değer verdi.

 

Bu kadar yoğun faaliyet arasında kimsenin aklına gelmeyen bir gerçeğin ateşiyle yanıp tutuşmaya başladı. Haşhaş meselesine yoğunlaştı. Ülkemizin ihmal ve gaflet içinde bulunduğu, istismar edildiği alanlardan biri ile yüz-yüze geldi.

baydur

Bir zamanlar morfin piyasasındaki liderliğimizi Amerika’ya kaptırmışız . Konu ile ilgili literatürü ihtirasla inceledi, bu alanın âlimleri ile tartıştı ve işin sahibi olan müessesenin  yöneticisi Ahmet Özgüneş ve onun yardımcısı Ergin Erzurumlu Bey’lerin muvafakat ve desteği ile haşhaş ıslahı faaliyetlerini başlattı.

 Araştırma ve üretim tarlalarında sessizce deneme parselleri oluşturdu. Laboratuar ve demonstrasyon şartlarında heyecan verici sonuçlar elde etti. Sonuca adım-adım yaklaşıyordu.

Ancak doğruculuğu, işini tek âmir sayma karakteri iledir ki üst düzey yönetimde çok sayıda düşman kazanmıştı. Hüsnü Doğan’dan sonraki bakan zamanında müsteşar ve müsteşar yardımcısı olan eski arkadaşları onu görevden aldılar ve mesleğe başladığı yıllardaki statüsü ile kızağa aldılar.

Ahmet Özgüneş Bey, onu Toprak Mahsulleri Ofisine genel müdür müşaviri olarak almak isteyince de “Türkiye’nin en iyi buğday ıslahçısının haşhaş işinde zayi olacağı” gibi samimiyetsiz bir gerekçe ile red cevabı verdiler. Neyse ki bu iktidar sahibi beyler üzerinde nüfuzu olan Nevzat Kösoğlu ve Nuri Gürgür  Ağabeylerimizin müdahalesi ile muvafakat ettiler.

TMO günleri, yine malum araştırmalarının peşinde çılgınca koşuşturma ile geçerken Ahmet Özgüneş mezkûr görevinden istifa etti.

 

Araştırmalarına yeni bir alan açarak memleketi olan Erzurum ve Doğu Anadolu’nun makûs talihini değiştirecek bir entegre kalkınma projesini hazırlamaya başladı . Bölgenin 14 ilinde, yirmi yıl geriye doğru bütün istatistikleri analiz etti.

Elde ettiği sonuçlar üzerinden inşa etmeye başladığı projesini çevresindeki herkesle tartıştı .

Ahmet Bey’in istifasından sonra TMO’daki alanı daralmıştı.

Haşhaş çalışmalarını birlikte yürüttüğü arkadaşlarına devrederek emekliye ayrıldı.

Artık gecesiyle gündüzüyle kalkınma projesi üzerinde çalışıyordu.

Bu işi, 3-4 senelik çılgın mesai ile kendince sonuca ulaştırdı. Görücüye çıkma zamanıydı.

Erzurum Kalkınma Vakfının yöneticilerinden Salih Lütfi Şengül dostumuzun delaletiyle ilk sunumunu gerçekleştirdi .

Erzurum’dan bazı siyasi simaların teşviki ile o günlerde Demokrat Parti’nin başında bulunan Aydın Menderes’e projesini sunuyor. Aydın Bey heyecan ve takdirlerini belirtiyor ve kimselere göstermesin diye dosyaları kasasına kilitliyor. İktidar olunca uygulamaya hazır özgün bir proje olarak yed-i eminine alıyor.

Refah Partisinden meclise giriyor ve ardından da malum kaza, her şey unutuluyor .

54. Hükümet’in Devlet Bakanı Lütfü Esengün’den , bazı bakan ve parti ileri gelenleri ile bir toplantı tertip etmesini rica ettim.

Tarım Bakanı Musa Demirci  Bey ve grup başkan vekillerinin katılımıyla mecliste, gecenin geç saatlerinde uzunca, tartışmalı sunumunu yaptı. Ancak sitayiş, takdir ve tebrikler, lafta kaldı.

Kimsenin uzun vadeli, geleceğe yönelik tasavvurlara ayıracak vakti ve enerjisi yoktu. Günübirlik ve anlık olan revaçtaydı.

 

Bu kendiliğinden, gönüllü ve büyük bir mesuliyet duygusunun sevki tabiisiyle ortaya konan, orijinal, büyük bir ruh ve akıl çilesinin vatanperverlik mahsulü çalışma, bir türlü akis bulmuyordu.

Bu aymazlığı önüme gelen her kese anlatıp duruyor, destek arıyordum.

Bu merhalede İTO Yönetim Kurulu üyesi ve Gıda Grubu başkanı Ç. Ali Kopuz dostumuz meseleye sahip çıktı. Yönetimi ikna ederek geniş katılımlı bir tartışmalı konferans tertip etti . Haklı-haksız tenkitler yanında, özellikle kendini aşmış ilim adamları nezdinde büyük takdir gördü . Tarım Bakanlığı eski müsteşarlarından Prof. Dr. Erkan Benli ve Koç Holding Gıda Grup Başkanı Cengiz Solakoğlu Bey, büyük bir takdirkârlık ile tebcil ettiler .

 

Bu yıllarda Ankara’da faaliyet gösteren Erzurumlular Vakfı yönetim kurulunda görev aldı. Gayret ve samimiyetle çalışıyordu. Kendi yakın çevresini de bu hizmetin içinde görmek istedi. Ancak o malayani ortamından sadra şifa bir şeyler istihsal etmek mümkün değildi. Hayal kırıklığı ile ayrıldı.

 

İşte bu günlerde, Türkmenistan’dan aldığı ıslah programı teklifini tereddütsüz kabul etti. Bu ülkede sanayi ve inşaat alanlarında müteahhitlik yapan bir firma adına araştırmalara başladı. Birer aylık sürelerle, ve önceleri sadece harcırah karşılığı gidip gelmeye başladı.

Bu gidişlerinden birinde benimde bulunmamı arzu etti. Kendi imkânlarımla katıldığım bu seyahatte, firmanın danışman olarak davet ettiği Ergin Erzurumlu dostumuz da yer almıştı.

Bu seyahat esnasında,  işin amatör bir ilgiye dayanmaması gerektiğini, “işin” iş olabilmesi için profesyonal bir anlayışla yaklaşmak gerektiğini, bunun istismarı engelleyeceğini ve araştırmaların sürekli başında olmasının daha sıhhatli olacağı yönünde telkinlerimiz yerini buldu ve vasatın altında bir ücretle de olsa yıllar sürecek bir gurbet dönemi başlamış oldu.

Aşkabat’a zaman- zaman yaptığım seyahatlerde kalacak yer derdi de olamaması beni tahrik eden sebep oluverdi. Onun orada bulunduğu dönemlerde sıkça gittim.

 

Çalışma şevkinin insanüstü bir gayret ve çılgınlık seviyesinin ne olduğunu yakînen görme şansına erdim…

Sabah altıdan itibaren kapı ve pencere arasında hummalı bir bekleyişle nasıl sancı yaşadığına şahit oldum. Saat yedi sularında, tarlasına, gerçek yaşama atmosferine götürecek arabaya sevinç ve heyecanla koşuyordu.

Tarlası, çöl ortasında suni bir vaha olmasına rağmen, özellikle yaz aylarında gerçek cehennemden bir fragmandı. Yoklukluğun esrarlı nefesi yüzüne üflenmiş gibi kavrulmuş halde,12-13 saatlik bu çöl mesaisinden elinde iki adet içi buz tutmuş kola şişesiyle eve gelir, göğsünü vahşi bir klimanın soluğuna terk eder, serinler ve sızardı. Uyandığında bir lokma ekmek ve peyniri dahi iştahsız, zoraki yerdi.

Bir süre okur, günlük analiz ve değerlendirmeleri ile sonraki günün iş planlarını gözden geçirirdi.

Sonra yatağına gider, yorgunluktan kıpırdamaksızın uyurdu.

Sadece pazar günleri tatil yapıyordu. Ama bu günler de fırsatını bulursa yine hemen tarlasına koşardı. Bunun dışında Bulunduğu ülkeyi tanımak, öğrenmek için, ayrı vadide ihtiras atını koşturuyordu.

Kiril alfabesini daha önce, Sovyet demir kapısı erimeden öğrenmişti..

Türkmen ağzının gramerini tetkik etti. Türkmenistan, Türkistan ve Orta Asya ile ilgili kaynaklara yöneldi.

Ülkenin tarımla ilgili literatürüne yöneldi. Ciddi inceleme ve tenkit notları aldı. Şehrin edebiyat ve düşünce adamları ile ilişki kurdu.

Onun bu merakı münevver çevrelerce hayret ve takdirle  karşılandı.

 

Başında bulunduğu ıslah ve adaptasyon programı, işin patronajındaki firmanın bu ülkeyle ilgili hesaplarını tamamlamaları sebebiyle aniden kesiliverdi.

Müthiş bir hayal kırıklığı ve şaşkınlık içindeyken bir Türkmen işadamının tekliyle seracılık işine soyunuverdi. Talihsizlik peşini bırakmıyordu Aşkabat tarihinin en şedit kışı , bütün emek ve hülyalarını aldı götürdü.

 

Yurda döndükten sonra bir süre köşesine çekildi. Sonra Ak Parti çevreleri ile tanıştırıldı. Bu dönemin meslekten olmayan Tarım Bakanı, onu müşavir olarak yanına aldı. Ancak bordro dışı ödenen, bir çocuk harçlığı mesabesindeki bir ücrete razı oldu. Menfaati için pazarlık etmeyi bilmezdi. Bunun bey duruşu üstüne düşen bir gölge olacağını düşünürdü.

Resmi devlet işindeki bu son görevinde yine gece-gündüz çalışıyor, faydalı olmak için çırpınıyordu .

İşte bu günlerde Ergin Erzurumlu dostumuz, ona Kazakistan’da, ciddi karşılığı olan, gerçekten profesyonel bir iş buldu. Baydur, Türkmenistan’daki –maddi açıdan bir bakıma amatör- tecrübe sebebiyle, mütereddit davranıyordu.

Ergin Bey, işin güvenilir ve tatmin edici olduğunu söyleyerek, ikna için benden yardım istedi. Ben İstanbul’da, o ise Ankara’daydı. Bir süre ihmal ettim, arayamadım. Sonra bir gün aklıma düştü, aradım.  Telefon açılıyor, bir sürü dip ses ve kapanıyor. Defalarca ve inatla arıyorum. En son tanımadığım bir sese çıkışıyor ve telefon sahibini ısrarla istiyorum. Telefonda adımı duyunca canhıraş bir sesle evini bulamadığını söylüyor ve istimdat ediyor . Oğlu Alparslan’ı arıyor ve haber veriyorum. Ancak Alparslan o an İstanbul’da olduğu için, İsmail Hacıfettahoğlu dostumuzdan yardım talep ediyorum.

Sonra, durumun fevkalâde vahim olduğunu öğreniyorum. Yüksek tansiyon, beyin enbolisi ve hafıza kaybı… Bu sonun başlangıcı oldu. Bir-kaç ay içinde doktorları şaşırtan bir seyirle iyileşme görüldü. İyileşti, ardından baypas geçirdi. İyileşti, ardından felç… Yine bir iyileşme dönemi, felci kendi ihtiyacını görecek seviyede yenme fırsatı. Ancak yaşama hırsı kaybolduğu için hızla geriledi ve o gür, delikanlı sesi tamamen sustu, simsiyah kıvılcımlı bakışları öylece söndü.

Şimdi o uyanması olmayan uyku yatağına düşmüş bir güz yaprağı gibi, çehresi ölüm kadar sarı… Ah bu son ona hiç yakışmıyor. O hayatını ifade ettiği buğday başağının altın sarılığının parıltısında ölüme yürümeliydi.

Blondel “hareketin mühleti ölümdür” diyor. Ölüm olmadığına göre hareketi, kan damarlarına hapsolmuş bu hareket adamı için ümidimi asla kesmek istemiyorum.

Bu işini her zaman ismi önünde tutan, çalışkanlığı adeta bir inanç, bir din gibi yaşayan adam, yaptığı hiç bir işi menfaate tahvil etmedi. İlim ve araştırma keyfiyeti ile tatmin oldu.

Digergamlığın kutsal meşalelerini yaktı. Bu meşalelerin aydınlığı güneşinki gibi hep tabiatın malı sayıldı…

Bilenler bilir ki o, toprağın, tarlaların kendini gizleyen bir kutbu gibi yaşadı, bir hizmet bayrağı gibi biteviye dalgalanıp durdu…

http://www.bahayilmaz.com/2009/12/01/bir-dag-gibi-adam-bir-dag-gibi-beki...