Osman Kemaleddin Efendi

Osman Kemâli (K.S)

Cismim Rûh'a döndü Elhamdülillah
Her şey fenâ bulur Bâkî'dir Allah
Hak'dır Muhammed'dir,hem Resulûllah
Ben ÂI-i âbâ'nın Kıtmîri idim.

Kemâli Efendi, Erzurum'un Pasinler karyesine bağlı «GÜLLÜKÖY» de doğmuştur. 600 sene evvel BUHARA'dan hicret ederek bu havaliye yerleşen bir aileye mensuptur.
Doğum tarihi nüfus cüzdanına nazaran her ne kadar 1881 ise de, bunun yanlış olduğu; kardeşi Halit Efendinin ve kendisinin müteaddit defalar anlatmış olduğu hayat hikâyesinden ve elimizde mevcut vesikalardan anlaşılmaktadır,
Kemâlî Efendi, 28 yaşlarında iken seyahate çıktığı ve bu seyyahatinin 11 sene sürdüğü ve İstanbul'a geliş tarihinin de 1901 olduğu göz önüne alındığı takdirde doğum tarihinin 1862 olması icap etmektedir.
Bizzat kendisinin yazdığı hal tercemesinde: «Henüz tıfıliyet çağı geçmemişti ki, oralarda mecazen tutulduğum aşkın zebunu olarak nevmidane fakat afifâne hem tahsil-i ulûma rağbet, hem de aşkla mücadeleye rağbet etmekte idim. 18 yaşımda Kur'an-ı Kerim'i hıfz ve Seyh-ül Kurra Hafız Mustafa Efendiden dahi «Kıraat-i Asım» üzere icazet aldım. O sıralarda meşayih-i Naksibendiye'den Şeyh Ahmed-i Taşkesanî hazretlerinden «Ulûm-i Ser'iye» tahsiliyle 28 yaşıma doğru icazet aldım Fakat galebe-yi aşk bana diyarımı haram kıldığından, Diyarbakır, Musul, Bağdat, Necef ve Kerbelâ gibi âteş yuvalarında Semender'ler gibi dolaştım. Akıbet maksudum olan İstanbul'a 1901'de geldim.» Hayat hikâyesinin bir kısmını anlatan bu satırlar, doğum tarihinin yukarıda da bulduğumuz gibi 1862 olduğunu teyit etmektedir. Kemâlî Efendi, gürbüz ve sıhhatli bir çocuk olarak dünyaya gelmişken; yine kendi ifadesine göre: «Bir buçuk yaşında iken, henüz âlâyiş-i İlâhiye ve masnuat-ı Subhâniye'yi idrâk etmeden», yâni: Cenâb-ı Hakk'ın yaratmış olduğu ve çeşit çeşit renkler ve şekillerle süsleyip bezedigi bu âlemi tanımaya başlamadan tutulduğu çiçek hastalığından iki gözünü de kaybetti, betti.

Erzurum ulemasından Yeşil İmam diye anılan, Cafer Ağa Camii imam ve hatibi Seyhülkurra' Seyyid Mustafa Efendi'ye teslim edilir. Bu zâtın himmeti ile bir sene içinde Kur' ân-ı Kerîm'i tamamen hıfzeder ve ayrıca kıraat ilmine de çalışarak icazet alır. İcazet aldığı sıralarda yaşı 18'dir.
Bundan sonra, Şeyh Ahmed-i Taskesâni'den şer'i ilimler tahsiline başlar. Zekâ ve hafızasının fevkalâdeliği sayesinde hem kendi derslerini, hem de arabça ve farsça okuyan arkadaşlarının derslerini dinleyerek onlardan evvel bu dersleri öğrenir boş zamanlarında da onlara ders vermeye başlar. Bu arada Fuzûlî, Hâfız-ı Sirazî dîvânları ile Hz. Mevlâna'nın 6 ciltlik Mesnevî'sini baştan başa ezberler. Nihayet medrese derslerini bitirerek icazetname alır.
Kendisi bunu şöyle anlatır: «O zamanlarda dersler camilerde okutulurdu.
Bazen bir câmi'in 5 yerinde 5 muhtelif hoca ders verirdi. Ben bunların hangisini dinlersem, o dersi noksansız olarak,aynen bir plâk gibi zabtetmekte hiç zahmet çekmez, olduğu gibi hıfzederdim. Medrese hayatında diğer talebe gibi sıkıntı ve mihnet çekmedim. Eziyetsiz, külfetsiz, günün birinde elime icazet verdiler.» der .
Bütün bu öğrendiklerine rağmen, bu genç hoca tatmin olmamıştır, hâlâ bir şey aramaktadır. Aradığını kendi de bilmez. Bunu yine kendisinden dinleyelim:
«Ne çare ki içimde, bilmediğim bir kuvvet beni, yine bilmediğim bir şeylere, bir yerlere çekip götürüyordu.» der. Bunu manzum ömürnâmesînde söyle ifade etmiştir:
«Çocukluğumda bir piyr-i muhterem Bana ders verirdi sanırdım dedem Meğer o aşk imiş görsem de bilmem Ayrılmazdım onun nakîyri idim.»
Yüzünü görmediği bir sevgiliye temiz ve çok kuvvetli bir aşkla bağlandı, O aşk ile yandı. Derdine derman ararken «Tarîk-i Şettâriye» ricalinden Kolağası Ali Rıza efendi ile tanıştı. Bu zâtın sohbetlerine devam etti. O İlâhi sohbetler neticesinde istidadında meknuz irfan tohumlan yeşermeye ve hakikat sırlarının gülgoncaları gönlünde açılmaya başladı.
Derdi büsbütün arttı. Artık bir yerde durup dinlenemez oldu. Gönlündeki yâri'ni, dağ demedi, bayır demedi, köy köy, şehir şehir aramaya çıktı.
Bir masal kahramanı gibi, bir elde asa, bir elde keşkül, tahammülün üstünde meşekkatlara katlanarak, parasız pulsuz, aç susuz, yalnız başına gah yürüdü, gah koştu, gah yattı, gah kalktı, az gitti, uz gitti, köy köy, kasaba kasaba dolaştı, nihayet Diyarbekir, Musul, Bağdat, Necef ve Kerbelâ çöllerine düştü. Bir müddet Necef ve Kerbelâ'da mersiye ve kasideler okuyarak, Hz. Peygamber'in evlâdına ve onları sevenlere reva görülen ve haksızlığı gözlerinden akıttığı kanlı yaslarla yana yaktla dile getirdi. Ve Ehl-i Beyt mehabbetini can u gönülden terennüm etti.
Bunlara kendisinden dinleyelim:

«Ağlıya ağlıya Necef'e vardım
O kân-ı vefa'da çok vefa gördüm
Günlerce yüzümü yerlere sürdüm,
Her müşkülün olur asan dediler

Gözle bakanlara görünür mezar
Meğer kalb-i âlem Hayder-i Kerrâr
Herkes murâd alır gizli aşikâr
Yoktur bu kapıda yalan dediler.

Kerbelâ'ya vardım belâlar arttı
İçimde benliğim en büyük dertti
Şiddetli belâlar gayet de sertti
Âşıka belâdır ihsan dediler.

Bilirim onları sevenler ölmez
Mehabbet bir güldür açılır solmaz
Mahzun giden gönül gamla reddolmaz
Olmaz bu kapıda nâlân dediler.

Yetmiş iki sadık çok mihnet çekti
Dünyaya mehabbet tohmunu ekti
Belâlar çekmekte Ehl-i Beyt tekti
Hadimleri olsun Rıdvan dediler.»

Bir mersiyesinde, de:

«Yirmi bin kişi birden ok attı Şah-ı mazlûm'a
Bizi atman deyüp zâlimlere tir ü keman ağlar.

Ok atmak Kurretül-ayn'e değil mi aslını imha
Sebepsiz mi bu gün hâlâ hakiki müsliman ağlar.

Cihanın sahibinden bir içim su kıskanılmış âh
Fırat ağlar, Murat ağlar, zemin ü asuman ağlar.

Ayak bastı o mel'unlar kalbgâh-ı sırr-ı Kurân'a
Aliyy ü Fâtıma, Peygamber-i âhir-zemân ağlar.

Belâ-yı Ehl-i Beyti yazmağa imkân mı var,asla
Söz ağlar,söyleyen ağlar,kalem ağlar,yazan ağlar.

Ezelden ağlarım, aktı; dü-çeşmim kanlı yaşımla
Ne hâbım var ne rahat var, yanan cismimde can ağlar.

İki göz oldu a'mâ, ağlarım ey kurretül-ayneyn
Kemâli sûz-ı âhımla nihân ağlar, ayan ağlar.

Uzun bir yolculuktan sonra Trablusşam'a geldi. Trablusşam müftüsü ile tanıştı. Dostluklarının ilerlemesi sebebiyle orada on bir ay kaldı. Bilâhare İskenderun ve Antakya'ya gitti.
Bu yerlerde de Ehl-i Beyt sevgisini âteşin bir dille telkin eden gazel ve mersiyeler söylediğinden kendisine Alevî dediler. Daha sonra Halepe gitti, Halep Mevlevi-hânesi'nde bir müddet kaldı ve oradan Konya'ya geldi. O sıralarda Mevlânâ dergâhında post-nişin olarak Abdülvahit Çelebi bulunuyordu, Bu zât müfrit Ehl-i Beyt muhibbi idi. Kemâlî efendi'yi çok sevdiğinden dergâh'da uzun müddet misafir etti. Bu zâtın oğlu Abdülhalim Çelebi İle tanıştı ve pek çok iltifatlarına nail oldu ve bu çelebinin himmeti ile kendisine «Mesnevî-hân»lık tevcih edilerek Sikke-yi Mevlânâ giydirildi. Şapka kanunu çıkana kadar o sikke ile dolaştı.
Kemâlî efendi (1901-1318)'de İstanbul'a geldi. Burada da boş durmadı. Bir aralık Ramî'de bostan bekçiliği ve Beyazıt Camii avlusunda arzuhalcilik yaptı. Arzuhalcilik yaptığı esnada, kendisini Erzurumdan tanıyan Fatih müderrislerinde Hacı Nazmi efendinin ısrarı üzerine Fatih camiinde Mesnevî okutmaya başladı. Ayrıca Hacı Nazmi ve Manastırlı İsmail Hakkı efendinin derslerini takiple onlardan da icazet aldı.
O zamanın âdeti üzere; üç aylarda hocaları, halka vaâz ve nasihat etmek üzere başka şehirlere gönderirlerdi. Kemâlî Efendiyi de Selânik'e gönderdiler. 1903'de Selânik'e gitti. Orada İttihat ve Terakki fırkası ileri gelenlerinden Doktor Şükrü Kâmil, Mehmet Sâdık, Talât Bey (Paşa) ve Manyasi-zade Refik beylerle tanıştı. Vazifesi bittikten sonra İstanbul'a döndü. Ve Seyh-zâde Camii bitişiğindeki «Âmâlar Medresesi» şeyhliğine tayin edildi.
Kanunî Sultan Süleyman zamanında âmâların yatıp kalkması ve barıması için vakfedilmiş olan bu medresede, vakfiye mucibince âmâlar yer ve içerlerdi. Fakat sonradan vakfın şartlarına riayet edilmediğinden, burada barınan bîçareler çok müşkül duruma düşmüşlerdi. Kemâli Efendi, âmâların uğradığı bu haksızlığı görerek, onların vakfiye icabı olan haklarını iadeye çalıştı ve bunun için bir selâmlık resminde Sultan Hamid'e istida verdi. Bir hafta sonra Mabeyn'e davet edildi. Sultan Hamid'in huzuruna çıktı. Kanunî Sultan Süleyman tarafından kurulan bu güzel vakfın gayesinin; âmâların kimseye muhtaç olmayacak bir şekilde yaşamalarını temin olduğunu ve bugün ise bu zavallıların hallerinin pek acınacak bir durutnda bulunduğunu; adıgeçen vakıfnameden misaller vererek padişaha anlattı. Padişah bu görüşmeden memnun kalarak bir ferman ile vakfın tekrar ihyasını ve Kemâlî Efendi'nin âmâlar şeyhliğine tayinini irade etti. Ve bu suretle de Kemâli Efendi âmâlar şeyhi oldu.
Bu arada boş durmadı, Üsküdar'da bir oda kiralayarak orada Mecelle okutmaya başladı.
Tâlât Pasa'nın dâhiliye nazırlığı ve Ürgüplü Hayri Beyin
Şeyhül-îslâmlığı zamanında alınan bir kararla «Amâlar Medresesi» lâğvedildi. Ve bu suretle o güzelim hayır müessesesi tarihe karıştı.

Talat Bey bana «baba» diye hitap ederdi. Bunların dahil oldukları hükümet, âmâlara mahsus olan bu müesseseyi lâğvetmeye karar verir, fakat her ikisi de beni çok sevdiklerinden, bu işin ben burada olmadığım bir sırada yapılmasının uygun olacağı hususunda mutabakata vardıklarından, bir bahane ile beni Erzurum'a gönderdiler ve ben orada iken de o vakf-ı azîmi lâğvettiler.»

Hayatının muhtelif devrelerinde, bostan bekçiliğinden şeyhliğe, arzuhalcilikten mecelle şârihliğine ve hocalıktan mesnevî-hanlığa kadar çeşitli is ve mesleklerde bulunmuş, Nakşî, Mevlevî ve Hamzavî tarikinin en büyük ve en selâhiyetli mümessillerinden feyiz ve nazar almış olan bu muhterem zât; ömrünün son yirmibes yılını «Eyüp Nişancası'nda Münzevîler semtindeki evinde» münzevîyâne ve mânevi bir refah içinde geçirdi.
Ziyaretine gelenleri dâima güler yüzle karşılar, iltifatkâr sözlerle hâl ve hatırlarını sorar, çocukla çocuk, büyükle büyük olurdu. Onların istidat ve idrakleri derecesine göre sohbet eder, yüksek kabiliyetli olanlara da «Maarif-i Ledünniye»nin en ince ve müskil meselelerini gayet açık ve doyurucu beyanla-riyle şerh ve izah eder, onların gönüllerini «Rahmanî cezbeler»le «İLAH-I HAKİKİ ye cezbederdi.
Mürşid-i âli'leri Abdülkadir-ül Belhî'ye, zamanın arifleri (Hallâl-i müşkilât) derlermiş. Kemâlî Efendi de her hususta vârisi
bulunduğu mürşidinin bu mazhariyetine de sahip olmuştu. Maddi ve manevî müşkilât içinde kalan herkesin mercii ve müracaatgâhı idi .
Hülâsa: Derdi olan ona koşar, bir felâkete duçar olan soluğu onda alır, «Seyr-i manevî» de «Berzah» a düşen ondan istimdat ederdi. O Hak kapısını çalan her talep sahibi boş dönmez, niyyetine göre muradına nail olurdu. EHL-İ BEYT SEVGİSİNİ aşılamaya bilhassa gayret eder ve her sohbetinde onların yüksek ve eşsiz meziyetlerini anlatır, bir çok sırlar ifşa ederdi.
En büyük zevki; boş vakitlerinde, İlmî ve faydalı her türlü neşriyatı okutup dinlemek ve gönlüne vârid olan «Sunuhât-ı îlâhiye»yi manzum veya nesir olarak yazdırmaktı.

Mensur eserleri:
1- Âmentü şerhi.
2- Hilkat ve insaniyet,
3- Islâmda hac.
4- Esrar-ı Kur'an.
5- Elif, Lam, Mim tefsiri,
6- Biy'at-ı hakikiye,
7- «İnnâ aradnel-emânete» âyetinin tefsiri.
8- İslâm'da vefa.
9- Hekim-i Kâmil.
10- Mürşid-i Kâmil ve sâlikin ahvalini bildirir bir temsil.
11- Namaz, Zekât ve Oruc'un hakikati.

5 Ocak 1954 tarihinde hastalanarak yatağa düştü. Üç gün devam eden hastalığı esnasında kimse ile konuşmadı, yalnız üçüncü gece baş ucunda nöbet bekleyen ihvandan üç zâtı uyandırarak, kendisine mensup olanlara ait bazı müjdeli haberlerde bulunarak tekrar yattı ve aynı gece saat 23.56'da ( 8 Ocak 1954 Cuma gecesi ) câmey-i nâsutdan soyunarak «Envâr-ı bekabillâh» da sırroldu.
Sâdef-i mübarekleri, 10 ocak 1954 pazar günü saat 11'de Nişanca'daki evinden alınarak, evvelâ senelerce hizmet ettiği Sah Murat Dergâhı'na götürüldü, mürşid-i âlileri Abdülkadir-ül Belhî hazretlerinin kabri münevverlerinde bir Fatiha'lık vakfeden sonra Eyüb'e indirilerek Eyüp Câmii'nde kılınan cenaze namazından sonra, sevdiklerinin ve hayranlarının başları üzerinde taşınarak tehlil ve tekbirlerle Edirnekapı mezarlığına götürülerek Rahmet-i İlâhi'ye tevdi kılındı,

(Rahmetullahi aleyh ve kaddesallahu sırrahu)
Allanın rahmeti onun üzerine olsun ve Allah sırrını takdis etsin.

Kabir taşına yazılan ve kendisine ait olan Kitâbe'nin manzum kısmı:

.