Ömer Nasuhi Bilmen :
1884'te Erzurum'un Salohor köyünde doğdu. Babası o devrin tanınmış alimlerinden Hacı Ahmed Efendi'dir. Dört yaşından itibaren Kur'an-ı Kerim'le haşir neşir olmaya başladı. Hayatı boyunca, her gün daima bir cüz Kur'an okur, ayetlerin manasına göre, bazan heyecanla titrer, gözyaşı dökerdi. Onu yakından tanıyanlar, Kur'an'a aşık olduğunu ve onunla ilgili her meselede heyecanların en büyüğünü yaşadığını hemen anlarlardı.
Babası üçüncü haccını yaparken vefat edince, amcası müderris Abdürrezak İlmi Efendi'nin himayesinde tahsiline devam etti. Amcasının arkadaşı olan Erzurum müftüsü Narmanlızade Hüseyin Haki Efendi'den ders aldı. Bu iki alim zat ona bütün ilim ve feyizlerini cömertçe açtılar. Onlardan aldığı eserleri bir gecede el yazısıyla yazar ve sonrada ciltleyerek kütüphanesine koyardı. Genç yaşında başlayan bu kitap sevgisi, ömrünün sonuna kadar devam etti. Bu sebepler arkasında çok zengin bir kütüphane ve bunlardan yararlanarak yazdığı 30 cilde yakın değerli eser bıraktı.
Yakın ilgisini gördüğü bu iki alim, peş peşe vefat edince, İstanbul'a gelerek Fatih Medresesine yerleşti. İki yıl sonrada Müderris Tokatlı Şakir Efendi'den icazet aldı. Aynı yıl hukuk tahsiline başladı ve birincilikle mezun oldu. Henüz 28 yaşında iken de gerekli bütün imtihanları vererek “dersiam” (profesör) sıfatını kazandı.
Anadolu'nun Allah Diyen İnsana İhtiyacı Var
Ömer Nasuhi Efendi'nin en az bariz vasfı, öğrenmek ve öğretmek oldu.
1912 yılında Daru'l- Hilafeti'l-Aliye Medresesi yüksek kısmının fıkıh hocalığı ile başlayan öğretim görevini, vefatına kadar sürdürdü. Aslında o tirajı 3 milyonu aşan ciltlerle eser vererek bütün Türk milletinin hocası oldu. 60 yıl süren hocalığı süresince, öğrencilerine çok müsamahalı davranmış; bu sebeple de çalıştığı mekteplerde adı “Şeker Muallim” e çıkmıştı.
Bu satırların yazarı da, kendisinin öğrencisi olmuş ve bir ara, öğrencilerine çok bol not vermesinden şikayet edince de “Evladım, Anadolu'nun Allah diyen insanına ihtiyaç vardır” cevabını almıştı.
Öğretmenlikteki başarısını, “talebelerini öz evlat gibi sevmesine ve konuları onların seviyesine indirerek kısa ve özlü anlatmasına” bağlardı. Seviyeye indirme ve dinleyenleri sıkmama konusuna hutbelerde da dikkat edilmesini isterdi. Bilhassa Cuma ve Bayram hutbelerinin, “sonunu, başını unutturmayacak uzunlukta” hazırlanmasını tavsiye ederdi. Öğrenmenin yaşı ve sınırı olmadığını söyleyerek Arapça ve Farsça'nın yanı sıra Fransızca'ya da ilgi duymuş hatta tercümeler yapacak kadar da öğrenmişti.
Nasuhi hoca , Medresetü'l-Vaizin'de, fıkıh ve usul-u fıkıh; Sahn Medresesinin yüksek kısmında kelam; Daruşşafaka'da da on beş yıl kelam, siyer, felsefi ahlak okutmuştur. Ayrıca İstanbul imam-hatip okulunda ve yüksek İslam Enstitüsü'nde hocalık yapmıştır.
Memuriyet Hayatı
İlim hayatının yanı sıra, memuriyeti de yürütmüştür; ilk görevi fetvahane-i aliye de almıştır. Bu ilk göreviyle birlikte de yıllarca ilim sevdasıyla ayrı kaldığı annesini ve kardeşini İstanbul'a getirtmiş; aynı yıl evlenmişti. O günlerde başlayan Birinci Dünya Savaşı facialarını, Çanakkale savaşlarının heyecanını nasıl yaşadığını, her sabah askerlik şubesinin önünde meydana gelen kuyrukta bekleyerek izdiham yüzünden nasıl üzgün olarak evine döndüğünü sonraları acıyla hatırlayacaktır. İkinci görevi, fetva hane bünyesindeki Telif Heyeti Azalığıdır. Daha sonra müdderislik vazifesine devam etmiş, medreselerin kapatılması üzerine bir süre boşta kalmıştır. 1926'da İstanbul müftü muavinliğine 1943'te de İstanbul müftülüğüne getirilmiştir. 1960 yılında beşinci diyanet işleri bakanı olarak göreve başlamış, 5 Nisan 1961'de de bu vazifesinde emekliye ayrılmıştır. Uzun memuriyet hayatı içinde, iki aylık hac izni dışında bir gün bile vazifesine gitmediği görülmemiştir. 13 Ekim 1971'de vefat ettiği zaman, Fatih camii emsali az görülen bir cenaze merasiminde şehit olmuştur.
Cenazesinin başında çok manalı ve duygulu bir konuşma yapan değerli din alimi, vaiz Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı, cemaatin yükselen hıçkırıklarına göz yaşlarıyla mukabele ederek konuşmasını tamamladı.
Hayatı Boyunca Siyasetten Uzak Kaldı
Ömer Nasuhi hoca'nın İstanbul müftü muavinliği, dine ağır ve alışılmamış baskıların yapıldığı tek parti hegemonyasının bütün şiddetiyle hüküm sürdüğü yıllara isabet etmişti. Hoca o günlerin üzerinde bıraktığı tesirlerle hayat boyu siyasetten çok uzak bulunmuş aktüalitenin dışında kalarak kendini tamamen ilmi çalışmalara vermişti.
Din adamının işi “vatan ve milletin hayrına dua etmek ve siyasetten uzak kalmaktır” derdi. Çocuklarına tek vasiyeti de bu husus olmuştur:
“Etme sakın siyasetle iştigal
Berk-i siyasetle yanar perr-ü bal”
mısrasıyla başlayan şiirinde ifade etmiştir.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Bastığı Abide Eser
Ancak Ömer Nasuhi Hoca, bu derin suskunluğu dönemini boş geçirmemiş; değerli ilmi eserlerini hazırlayarak değerlendirmiştir. Özellikle, Şeyhülislamlık bünyesinde kurulan Te'lif Heyeti Azalığı zamanında, bu teşkilat içinde başlanan çok önemli bir çalışmayı tek başına devam ettirmiş, ortaya 6 ciltlik Hukuk-u İslamiyye ve Islahat-ı Fıkhiyye Kamusu çıkmıştır. İlk defa 1949 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi tarafından yayınlanan bu eser, sahasında hala aşılamamış bir ilim abidesidir. Bu gerçeğin bir tezahürü de eser devrin en ünlü hukuk profesörlerinin taktim ve tanıtma yazılarıdır.
Diğer Eserleri
1954 yılında ilk baskını yayınladığı Büyük İslam İlmihali sahasında ilk ve önemli bir kaynak olmasının yanı sıra, satış rekoru kıran bir eser de olmuştur. Şimdiye kadar 2.5 milyondan fazla satan bu eserin, Türk dini hayatındaki aydınlatıcı yeri oldukça önemlidir. Fatih Sultan Mehmed'e olan büyük muhabbeti sebebiyle Fetih Süresi Tefsiri'ni yazmış ve bu esere Fatih'le ilgili bir bölümde eklemiştir. İstanbul'un 500. fetih yıl dönümü münasebetiyle yazdığı bu eser, aynı zamanda ilk tefsir çalışmasıdır.”hazret-i Fatih'e Hitap “ başlığıyla yazdığı şiir şu mısralarla başlar:
“Seni tanzir ediyor çehresi parlak güneşin
Ne kadar parlasa da olmayacaktır bir eşin...”
İslam Aleminin Geri Kalma Sebepleri
Eserin bir bölümü de “İslamiyet'in yüksek mahiyeti ve yükselişi “ başlığını taşır. Bu bölümde Müslümanların gerilemesine sebep olan yanlış hareketleri sıralar:
“Bu gün dünyanın çeşitli parçaları üzerinde yaşayan bir çok Müslüman cemiyetlerinin istenen derecede ilerlemelerine engel olmakla bulunan başlıca yanlış hareketler, kanaatimize nazaran şunlardır:
1-İslam Dini, bu alemde değiştirilmesi kabil olmayan bir ilahi adetin cereyan edip durduğunu göstermektedir. Buna rağmen bir kısım İslam cemiyetleri bu ilahi adaletlerin cereyan tarzına muhalif hareketlerde bulunmuşlar ve bu cihetle de ilerlemede mahrum kalmışlardır, hal bu ki bu husus da Peygamber Efendimizin nezih, azimkar hayatını örnek tutmaları icap ederdi... Resul-i ekrem efendimizin bu adl-i İlahiyye'ye ne kadar riayetkar olduğu açıktır. Evet, Fahr-ı alem efendimizin icraati bizleri bir ilahi hikmetten pek güzel haberdar etmektedir. O hikmet ise, bu dünyada hak Teala Hazretlerinin bir adeti sübhaniyesi olan bir takım sebepler ve sebeplerle meydana getirilmiş olanlar (sebep-müsebbeb) zincirini teşkil eden hayat şartlarına uymanın lüzumudur.
2-Müslümanlık daima çalışıp çabalamayı emir ve tavsiye eder. Bu böyle iken, bir çok Müslüman tembellik içinde yaşamaya başlamış,tevekkül ve kanaat mefhumlarını yanlış anlamış, başka milletlerin ne kadar çalışıp durduklarından habersiz bulunmuş, daha zinde bir haldeyken rahat döşeğinde uzanıp yatmayı istemiş, dolayısıyla başka milletler ile hayat mücadelesine devam edemeyerek, meydanı düşmanlarına açık bırakmışlardır.
3-Müslümanlık, şiddetli bir riyazeti (dünya nimetlerinden perhizi) tahammülsüz bir zühd (her türlü hazdan kaçınıp) ve feragati değil ancak safahattan sayılacak hareketlerden gayr-i meşru yaşayışlardan kaçınılmasını emir ve tavsiye buyurmaktadır halbuki Müslümanların bir takımı, zühd ve takvadan sayıldığını sanarak tembelcesine yaşamak yolunu tutmuştur. Diğer bir büyük takımı da bütün zevk ve sefaya dalmış, gizli düşmanların yanlış telkinlerine kapılmış, sefihçesine bir hayatın esiri olmuşlar. Milletin hayrına sarf edilmesi lazım gelen servet ve zamanını, hep sefahat (eğlence) uğruna elden çıkarmış maneviyata veda etmiş, bunun neticesinde de cemiyetin faaliyeti felce uğramış ahlakı, iktisadiyatı iflasa yüz tutmuş, başka milletlerin inkişafına meydan açmıştır.
4-Müslümanlık kuvvet hazırlanmasını, bir vecibe kılmıştır. Kuvvet hazırlanması ise ticari, sınai, ilmi bir nice olup, müesseselerin varlığına bağlıdır. Dolayısıyla bu müesseselerin varlığına bağlıdır. Dolayısıyla bu müesseseleri vücuda getirmek de bir vecibedir. Çünkü, İslam Dini nazarında bir şey bir vecibe olunca, onun dayandığı şeylerde birer vecibe olmuş olur.
5-İslam Dini, ilim ve fenlere büyük bir kıymet vermiş, bağlılarını ilim ve irfan ile bir hakkın mücehhez olmalarını emir ve tavsiye etmiştir. Yazık ki, bir çok Müslüman, zamanlarının ihtiyaçlarıyla mütenasip bir halde ilim ve marifet tahsil etmemiş, ilim ve fen bir gaye değil, bir geçim vesilesi yapılmıştır. Geçim ise cüz'i bilgi ile temin edildikten sora, artık bunun genişletilmesine ve mükemmelleşmesine, maddi ve manevi meyveler husüle getirebilmesine ehemmiyet verilmemiş maziye ait olan ilmi mefahir bile muhafaza edilememiştir.
6-Müslümanlık, hakka ve ahlaka riayeti bilhassa hodgamlıktan (kendini düşünmek bencillik) ziyade diğer gamlığa riayeti emir ve tavsiye etmiştir karşılıklı bir halde vuku bulacak diğer gamlık (başkasını düşünmek) neticesinde, hodgamlıktan beklenilen faydaların da husüle geleceğini göstermiştir.
Bu böyle iken birçok Müslüman, bu hususta da kusur etmişler, yalnız hodgamlığın menfaatlerin esiri olmuşlar, kendi menfaatleri uğrunda din kardeşlerinin menfaatlerini haksız yere ihlalden çekinmemişler, bu uğurda bir nice kudsi vazifelerini, bir nice ulvi kanaatleri feda etmişler, bunun neticesinde de
Müslümanların içtimai hayatında rahneler açılmış, mücadeleler devam etmiş, bu pek acınılacak hallerden de rakip milletler pek çok faydalanmıştır.”
Bütün bu izahlardan anlaşılacağı üzere, Ömer Nasuhi Efendi, Müslümanların geri kalışını, başlıca iki noktada toplamaktadır.
1-Cenab-ı Hak tarafından, bu dünyanın güzel ve düzenli bir biçimde devamı için konulan İlahi kanunlara, adaletlere uygun hareket etmemek.
2-İslamiyet'in her biri bir çok hikmet ve faydayı beraberinde getiren yüksek talimatlarına, emirlerine ve kurallarına tabi olmamak...
80 Yaşından Sonra Yazılan Tesfir
Ömer Nasuhi Efendi'nin 80 yaşından 5 yıl çalışarak yazdığı son eseri ise, Kur'an-ı Kerim'in Türkçe Meal -i alisi ve tefsiri'dir. Şimdiye kadar 200.000 takımdan fazla basılan 8 ciltlik bu eserin ön sözünde şöyle der:
“Kur'an-ı Mübin, bütün insanlığın bir mukaddes, İlahi kitabıdır. Bu mübarek kitabın bütün lafızların da, manaları da ilahidir. Vahiye dayanır, bütün insanları bir vahdet(birlik), bir uhuvet dairesine davet etmektedir. Dolayısıyla ,Kur'an-ı Kerim'in ayniyetni, hikmet dolu hükümlerini olduğu gibi muhafazaya çalışmak, bütün mutevtatına tamamen riayet etmek, bütün insanlık için en kutsal, en faydalı bir vazifedir... onun yüksek manalarını, bütün hikmetlerini ve işaretlerini başka lisanlarla tamamen ifade ifade edebilmek kabil değildir.
Kur'an-ı azim'i bütün hükümlerini beyanatını güzelce anlayabilmek, bütün Müslümanlar için kabil değildir. Araplar dahi kuran lisanını vakıf oldukları halde her biri onun bütün hükümlerini layıkıyla anlamak kudretini haiz değildirdir.
Dini Sorulara Cevap Vermekte Titizliği
Ömer Nasuhi Hoca, kendisini yetersiz görerek ve hata etmekten çekinerek, uzun süre tefsir yazmamış, ancak yakınlarının ve dostlarının ısrarı üzerine bu işe başlamıştır. Arapça'yı ana dili gibi bilmesine, dini ilimlerde gerçekten müttehassıs olmasına rağmen, “Her kim Kur'an-ı Mübin'i kendi re'yi fikri ile tefsir ederse ateşten oturacağı yeri hazırlasın “ hadisini okur ve adeta yanlış yapmaktan titrerdi,Aslında Hoca, en basit meselelerdeki sorulara bile, kitaba bakmadan cevap vermez, soru sahibine kaynağı olan kitaptan kanunun yerini de gösterir. Fetvalarında hata etmemek için her an Allah'a yalvarır, mektupla soranlara da önce müsvedde hazırlar, sonrada onu temize geçirerek cevap yollardı.
Bu titizliği sebebiyle de yazdığı eserler ilim adamlarınca daima kabul görmüş, sadece, “Türkiye arazisinin öşre tabi olmadığı” hakkındaki kanaati tenkit edilmiştir. Bu hususta diyanet işleri başkalığı da hoca efendinin kanaatine katılmamış ve Türkiye arazilerinden öşür verilmesi gerektiğini açıklamıştır.
Eşsiz Bir Nakilciydi
Ömer Nasuhi Hoca'nın nakilciliğini ve çok klasik olduğunu söyleyenler de vardır. Ancak bu konuda, Ergün Göze gibi düşünmek gerektiği kanaatindeyiz: “Belki sadece nakildi ama bir sarayı restore edilecek bir adideyi kılına halel gelmeden nakledecek eşi bulunmaz çapta bir “Ceraskal'gibi nakil... Şu kadarını söyleyeyim ki, onların üzerinde kafa yordukları konuları, değil naklede bilmek için, biraz olsun anlayabilmek için dahi bu günün standartlarından üstün anlatış ve cehd gereklidir.”
İslâmî edebiyatla ve şiirle de yakından ilgilenen Nasuhi hoca'nın şiirleri tamamen dinî mahiyettedir. Daha çok İslâm ahlak İslâm fıkhı, tefsir ve hadis konularında eserler verdi. Belli başlı eserleri: İslâm Hukukunda Manevi Zararların Tazminatı, Kur'an-ı Kerim'den dersler ve Öğütler, Eshab-ı Kirâm, Yüksek İslâm Ahlakı, Büyük İslâm İlmihali, Hukuk-i İslâmiye ve Istılahât-ı Fıkhiye Kâmusu, Sûre-i Feth'in Tefsiri, Tefsir Tarihi, Kur'an-ı Kerim'in Tefsiri ve Türkçe Meâl-i Âlisi, Sualli ve Cevaplı Dini Bilgiler, Muvazzah İlm-i Kelâm, İlm-i Tevhid'tir.
muzaffer taşyürek
25.11.2005 14:18:32
Sayfa 1/1
.