ERZURUMDAN PORTRELER (3) / GÖMLEKÇİ HATEM USTA

ERZURUM HALK İRFANINDA BİR ZİRVE:
GÖMLEKÇİ HATEM USTA

Bıyıkları henüz terlemiş üniversite öğrencileri olarak Erzurum'un güngörmüş çarşılarını, arşınladığımız günlerdi. Dünyayı fethe hazırdık. Devletin ayrı milletin ayrı olan dünyalarının, tarihi bir çatışma içinde olduğunu bilmiyorduk.
Aile ve muhitimizden edindiğimiz politik hassasiyetle yol ayrımına çok çabuk ulaştık. O yılların üniversitelerinde, 27 Mayıs'ın estirdiği yeni Jakobenist rüzgarlarla milletin tarihten taşıyıp yaşattığı her değer alaya alınıyor, halkın yanında vaziyet almağa kalkışan aydınlar acımasız hücumlara uğruyordu.
Tek hakikatin ancak ilim adamları, dolayısıyla üniversiteler tarafından söylenebile-ceği, mağrur bir biçimde tekrarlanıyordu. Ama “Hangi ilim?” sorusu henüz gündemde değil idi.
Üniversite bütçelerinin mühimce bir kısmı cazlı danslı öğrenci partilerine harcanıyor, dans öğrenmek için açılan kurslar birbirini izliyordu. Bu işlerden uzak duran üniversite öğrencileri baskı, tehdit, en azından istihza ile karşılanıyordu. Devrimin ivmesini yetersiz bulan bazı öğretim üyeleri “Gerici Avı” partileri düzenliyor, İstanbul'da yandaşı olan gazetelerle işbirliği yaparak medeniyet ışığına direnen (!) bedbahtların ipliğini pazara çıkarıyordu. Bu ikrah ile üniversitenin manevi dünyasını terkedip milletin dünyasına sığındık. Aynı laboratuvarda yanyana ders gördüğümüz arkadaşlarımızla yollarımız artık üniversite kapısından itibaren ayrılıyordu. Onlar devletin o günkü temsilcilerinin seçtiği hayata, biz ise içinden çıktığımız insanlara koşuyorduk. Allah'a giden yoldaki duraklardan bir durak olan millet durağına yol bulmamız işte böyle oldu.
Milli hayatın kendine mahsûs bir lisanı vardır. Önce bunu öğrenmek, sonra da bu dilde konuşmak gerekiyordu. Mektepsiz tahsil, hocasız kemâl olmuyordu. Biz bir avuç üniversite öğrencisi bu mektebi de, hocalarını da bulduk. Şimdi bana soracak olursanız lisans eğitimini Erzurum Üniversitesinde lisans üstü tahsilimi de Gömlekçi Hatem Usta'nın başında bulunduğu 15 metrekarelik bir halk üniversitesinde tamamladığımı kemâli iftiharla söyleyebilirim. Milli hayatın, bize kimliğini veren öz cemiyetimizin en son öğrenebileceği yer, maalesef üniversitelerimizdir. İşin tafsilatı âlemce mâlum ! Biz o yıllarda basit formülle bu çelişkiye açıklıyor: ”Devlet aklıyla, millet kalbiyle hareket ediyor. Allah, millete akıl devlete ruh ihsan ederse, ızdıraplar ancak o zaman son bulabilir” diye düşünüyorduk..
Kalp ile beynin, inanç ile bilginin yanyana geldiğinde aşk, irade, irfân denen insani cevherleri nasıl vücuda getirdiğini Gömlekçi Hatem Usta'nın mütevazi dükkanında şu anda yüzlerini dahi hatırlayamadığımız insanların, adı konmamış derslerinde ilk kez farkettik. Marangozlar, sıvacılar, köylüler, at cambazları, mahalle imamları, mahkeme katipleri, ırgatlar, beyzadeler, emekli askerler, emekli muallimler, eski ihtilalciler, particiler, meddah tabiatlı söz cambazları, küfürbazlar, dervişler, aşıklar, mecnunlar, alınganlar, sefiller, sarhoşlar, iş aleminde dikiş tutturamayanlar, mağdurlar, mağrurlar, mesutlar, meczuplar, defineciler, mucitler, maceraperestler, bileği bükülmez yiğitler, korkaklar, sünepeler ve hasılı kelam millet nakışının hep ipliği, her rengi, her motifi işte bu laboratuvarda, yani gömlekçi Hatem Usta'nın dükkanındaydı. Hatem usta, bu kadar kalabalık bir oyuncu kadrosuna sahne veren bir rejisördü.
Biz üniversiteliler de zaman zaman Hatem Usta'nın sahnesine çıkmakla beraber genelde seyirciydik. O milli hayatı dalı, yaprağı, çiçeği çiçeğinin kokusuyla bizlere aktarmayı, mukaddes bir vazife kabul eden bir bilge kişiydi. “Üniversitenin ruhsuz atmosferinin canı cehenneme!” diyerek artık Allah'ın her günü Hatem Ustamıza ve onun hayat mektebinden feyz almaya koşuyorduk. Üniversitenin ifsâd ettiği zihnimizi rehabilite edecek olan şifahaneye taşınıyorduk. Yüzlerce saatlik dersle kavranabilecek bir meseleyi Hatem Usta'nın dükkanına uğrayan bir derviş meşrep esnafının, iki üç satırlık bir mukalemesinde pekâla idrâk edebiliyor, insan oğlunun okumaya değer en değerli kitap olduğunu hayretle müşahede ediyorduk. Yetmişikibuçuk millete islâmi bir edeple bakmanın derin manasını ilk kez, yine o dükkanda bir sarhoşun hıçkırıklara boğulan konuşmasında fehmedebildiğimi bugün hatırlıyorum.
Bu mekanda Mazlum Şark'a yakılan ağıtları dinlemeseydik, Batıcı münevverlerin Barbar Şark'a beddualarındaki hain uşaklığı daha çok geç farkedecektik.
Hatem Usta'nın dükkanında en çok tarih konuşuluyordu. Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet ile tebeddül eden sosyal hayat üzerine tartışmalar, tarihin çarkını bir ileri bir geri çevirip dururdu. Bu sohbetlere canlı tarih denilebilecek eski ihtilalciler, ittihatçı kalıntılarının da katıldığı olurdu.
Hiç unutmam 60'li yılların birinin 23 Temmuz'unda çok keyifli bir iş yapmıştık ta o günün gecesi Hatem Usta'mızı bol bol güldürmüştük. 23 Temmuz, Erzurum Kongresi'nin yapıldığı tarihti. O yıllarda elimizde bir nefes bir kafes talebe derneğimiz var. Her nasıl olduysa 23 Temmuz için yapılan törende bu derneğe de söz hakkı verdiler. Resmi devlet törenlerinin en aykırı nutuklarından biri işte bu 23 Temmuzda söylendi. İttihatçıların meşhur fedailerinden Mezararkalı Mevlüt Ağa'nın torunu, arkadaşımız Hakkı Mezararkalı merasim meydanını dolduran yüzlerce asker, sivil bürokrata, Erzurum Kongresini hiç bir tarih kitabın yazmadığı ancak Erzurum'un her kahvesinde anlatıldığı şekliyle bir güzel anlatıverdi... Mazumen şehitler, Rüştü ve Deli Halit ile Hüseyin Avniler, Süleyman Necatiler, Kazım Karabekir Paşalar bu nutukta resmi tarihçilerden bir güzel intikamlarını aldılar. O günün akşamı Hatem Usta'nın yanına gittiğimizde “selâm, aleykümselâm” demeden ustamız şehla gözlerini muzipçe aralayarak,
“-Ola! bugün ne halt karıştırdınız?”
“-Hayrola emi?”
“-Bu kavatları benim üstüme niye gönderirsiz?”
Hatem Usta “kavat” kelimesini her Erzurumlu gibi Dede Korkut uslubunda kullanırdı. “Kavat” diye sitem ettiği Hatem Usta'nın hürmet ettiği bir dostuydu. Zaman zaman bizlerle de sohbetler yapan, Erzurumluların Tekirbaş Binbaşı diye tanıdığı bu zat, uzun yıllardan beri Eski Muharipler Cemiyeti Başkan İttihatçı damarı muhkem cins bir adamdı.
Meğer bizim fırkatlı nutuktan sonra törendekilerin keyfi kaçmış, Tekirbaş Binbaşı “Bu söz, bu ağızın sözü değil, bunları söyletenleri ben eyi tanırım” diye söylenerek Hatem Usta'nın dükkanına dayanmış.
“-Hatem, Hatem! Ayıptır, ayıp! Çoluk çocuğa söz öğretip ortalığa salmayın” diye hörelenecek olmuş.
Hatem Usta'nın bu kuru gürültüye pabuç bırakacak hali yok.
“-Arasıra da hoşunuza gitmeyen nutuk dinleyin, değişiklik olur; fena mı?”
Halk irfanının en seçkin temsilcilerinin uğrak yeri olan Gömlekçi Hatem Emi'nin dükkanında, söz ve mantık ustalarını, ehli dilleri, isimsiz halk filozoflarını, içtimai gözlemcileri, yarı tarih yarı efsane anlatan meddahları tanıdık. Yakın tarihe acımasızca vurulan halk neşteriyle, resmi tarih bilgilerimizden utandık. Bir yıl içindeki trafik kazalarında verilen zaiyat kadar bir kayıpla kazanılan İstiklal Savaşı'na tarih kitaplarına ayrılan yer ile onbinlerce şehidin savaş meydanlarında kaldığı nice muharebenin esamesinin okunmayışı arasındaki çelişkiyi, yaşlı gözlerle bu mekanlardaki sohbetlerde öğrendik.
Erzurum Halk ve Tekke musikisinin en içli parçalara olan Tatyanları, Müstezatları, Derbederleri, Yanıkları bu atmosferde tanıdık. Delikanlılık erkanını, Türk düellosu “Mazak”ı, isyan ahlakını, Dadaşlığın felsefesini, Cirit'i, Bar'ı, Hatem Ustanın laboratuvarında tahsil ettik.
Bayram oldumu gömlekçi dükkanını rafları yurt içinden, yurt dışından atılmış tebriklerle dolardı. Amerika'dan, Hollanda'ya, Avustralya'dan, İngiltere'ye kadar uzanan sevgi hâlesini ustamızın yanı başında hissederdik. Bu insanlar talebelik sırasında ocaktan feyz almış, sonra doktora veya resmi görev için yurt dışına çıkmış üniversite gençleri idi. Hatem Ustaya karşı bu üniversite gençlerinde yer eden sevgi onun hayatındaki o trajik hadiseden de hiç şüphesiz pay almaktaydı.
Hatem Usta bir siyasi şehidin oğluydu. Erzurum şapka hadisesinde hiçbir suçu olmaksızın sırf halka gözdağı vermek için asılan Fırıncı Halil Efendinin'nin 5 yaşındaki yetimiydi.
O bütün ömrünce sade kendini değil milleti de bir yetim addetti, girdiği siyasi mücadelelerde, milli hayat için sarfettiği mesailerde bu hissin derinden derine etkisindeydi.
Ondan biraz daha yaşlı olanlar, biz üniversite gençliğini başına toplayarak siyasi ve dini tartışmalar yaptığı için Hatem Ustayı
“-Ola Hatem etme! Bak senin baban da asmışlardı” diye uyarır. O ise bu tehdide, şehla gözlerini muzipçe kısararak sessiz ama çok anlamlı bir bakışla cavap verirdi.
İlginçtir, babasını şapka hadisesine kurban veren Hatem Usta'ya kasket çok yakışırdı. Herkesin kasketi unuttuğu son devirlerde bile Hatem Ustayı başında kasketi ile görürdük. Onu kasketinden ayrı düşünmek dahi nerdeyse mümkün değildi.
Ruhu fırtınalarla dolu bu halk bilgesinin dört elle sarıldığı kasketini, gerçekten benimsediğinden mi, yoksa bir şuuraltı refleksiyle mi başından çıkarmadığını hâlâ çözebilmiş değiliz.