Şapka hakkında

Günümüzün baş döndüren tek­nolojisi insanlarımızı okuma tembelliğine ittiği için ve genelde belgeselden ziyade zihni fazla zorlamayan heyecan, gerilim, ko­medi, korku soslu görsel veya ya-zımsal ürünler revaçta olduğun­dan içinde bir fikri, bir olayı ba­rındıran ciddi çalışmaları okuyu­cuya aktarmanın en iyi yolunun roman ve hikâye tekniğinden geçtiğine inananlardanım.

Bu savın her ne kadar kültür ve dili yozlaştır-dığı öne sürülse de bugün yaşadığımız çevrede kasabın şarküteri, lokantanın restoran, otelin hotel olduğu gerçeği değişmemektedir.

Artık klasikleşen günümüz uydu teknolojisi­nin inanılmaz hızının kültür alışverişiyle bir­likte erozyonuna da neden olduğu yönündeki klasik söylemin içinde barındırdığı acı gerçek bu sorunun kanıksanmaya hatta önemsenme-meye başladığını gösterir. Geçmişini unutan milletler kör ve bunama hastalığına yakalan­mış insanlardan farksızdır. Millî şuuru, milleti­ne aşılamayı hedef edinmiş insanların ise bu gerçeği göz önüne alarak bir şekilde, bu kör ve hasta insanlara yardım etmesi gerekmektedir.

Bu misyonu güden insanlardan biri olan Mus­tafa Çetin Baydar Şapka adlı eserinde başı ko­rumak için örtülen bir nesne aracılığıyla oku­yucuyu geçmişe doğru bir yolculuğa çıkararak Türkiye'nin pek ışık tutulmaya cesaret edile­memiş bir dönemini anlatmaktadır.

Şapka geniş anlamıyla yıllarca ba­şında kavuk, fes veya takke taşı­mış insanların bir anda esen inkı­lâp rüzgârlarıyla uğradığı sarsın­tının ve bu insanların kendi içle­rinde bir şeyleri sorgulamaları­nın, iç hesaplaşmalarının, gerçek­lerle yüzleşmelerinin romanıdır.
Romanın kahramanları geçmişteki olayları ve insanları yâd ederken aslında özlemlerini, beklentilerini ve sessiz isyanlarını dillendirirler. Bu bağlamda hürriyetten esarete, Sultan Ha-mit'ten ittihat ve Terakki'ye, kahramanlardan hainlere, içinden çıktığı halka önderlik eden münevver kişilerden halktan kopuk devlet er­kânına kadar bir sürü kişi ve olay masaya yatı­rılmakta ve sonuçlar değerlendirilerek bireyle­rin kişiliklerine göre safları belirlenmektedir.
Yazar, romanda halkın günlük yaşamından sahnelerle sokaktaki insanın gözünden ve di­linden olaylara bakmakta ve bunların baskılar, oldubittiler karşısındaki eylemden ziyade söze dayanan duruşlarını sergilemektedir.
Şapka bu yönüyle popüler kültürü özümsemiş Dan Brown'un Da Vinci Şifresi gibi kitapları­na alışmış okuyucu için ağır ilerleyen bir ro­mandan beklenilenin ötesinde hayli ciddi ve bilimsel bir çalışma.
Bu noktada baştan belirttiğimiz düşüncemize uygun olarak bazı şeylere değinmemiz gereki­yor. Fakat özellikle belirtmek gerekirse tespitimiz birçok ürün vermiş yazarı edebî yönden eleştirmeye yönelik değildir. Bu eleştiriler, sa­dece sıradan bir okuyucunun romanın tekniği yönündeki beklentilerini yansıtmaktadır.
Fikri ne olursa olsun kitapların her kesime ulaşması gerekenlerden olduğuna inandığım için her şeyden önce artık popüler kültürü özümsemiş okuyucu kitlesi için Şapka'da aşırı derecede dipnot bulunduğu kanaatindeyim. Bu ise kitaptaki akıcılığı bozuyor, ister istemez dipnota göz atılıp konudan uzaklaşılıyor.
Aslında bunun gerekli olduğu veya okuyucu­ya yerel bir ağzı tanıtmak amaçlı olduğu söy­lenebilir ama bu düşüncenin hedef kitlesini da­ralttığı da bir gerçektir. Şapka gibi tarihî ve belgesel öğeler içeren bir romanın belli bir se­viyedeki insanlar ile belli kesimler yerine genç­ler ve geniş kesimler tarafından okunmasını ar­zulamam bu savıma dayanak teşkil etmektedir. Bir romanın dimağlarda iyi bir tat bırakması biraz da kesintisiz olmasına ve kişileri olayın içine çekip dâhil etmesine bağlıdır. Dipnotlar ise okuru bundan uzaklaştırıyor ve roman okuma niyetinde olan kişiyi belgesel nitelikli bir metin okumaya zorluyor gibi.
Erzurumlu'nun kendine has, güzel, sevimli lehçesinin kullanılması kitabı ilginç kılıyor ve daha gerçekçi yapıyor ama dükkân kelimesi tükkan dendiğinde de, dükkân dendiğinde de anlaşıldığından bazı kelimelerin yerci lehçeyle aşırı derecede kullanılmasının konuyu sıkıntı­ya soktuğunu düşünüyorum. İlkokuldan beri münazara konusu yapılan "Sanat sanat için mi halk için mi?" tartışmasına kadar gidebilecek bu düşünceye verilecek bir cevabın da bu kita­bın Erzurum ve Erzurumlu hakkında olduğu yönünde olacağının farkındayım. Ama niçin sadece Erzurumlu? Niçin deniz kıyısında şenzlogda uzanıp güneşlenirken kitap okuyan insan da bu gruba dahil değil. Onun da birta­kım gerçekleri öğrenme hakkı yok mu? Varsa ona nasıl ulaşır?
Bu soru bizleri yine hedef kitlenin kimler ola­cağına kadar götürüyor.
Bugün popüler kültürün bir ürünü olan Da Vinci Şifresi gibi kitaplar bizim gibi yabancı kültürlerde bile benimsenip evrensel hale gele­biliyorsa, bu her kesimden okuyucunun he-deflenmesindendir. Hazreti İsa'nın sıradan bir kul olduğunu, evlenebileceğini yüzde doksandokuzunun Müslüman olduğu söylenen bu ülkedeki herkes biliyorsa başkaları için şaşırtı­cı olan bu konunun bizim insanımız için ilginç olan yeri neresi? Bu ilgi sadece para ve reklam ile açıklanabilir mi?
Geçmişimizde geniş kesimlerin ilgisini çekebi­lecek ilginç, esrarlı, heyecan dolu birçok olay mevcut. Ve bu geçmişimiz yeni nesillerce öğre­nilmedikçe istismar edilmeye hep açık.

Geçmişi istismar edenlerin en büyüğü tartış­masız Orhan Pamuk olsa da, en azından kim­liği nedeniyle Nobel alması gurur verici bir olaydır. Fakat ne yazık ki bu ödülün arkasın­daki çarpıtmalar, çıkarcılık, ikiyüzlülük bu gu­ruru perdeliyor. Avrupalı'nın nabzına göre şerbet verip bu ödüle sahip olmasaydı Orhan Pamuk bugün Türk edebiyatının kahramanı olurdu. Bugün yeni nesil pek kitap okumadığı için Ermeni meselesini Orhan Pamuk'un gö­zünden görüyor ve bilinçsizce ucunun nereye gittiğini bilmeden "Hepimiz Ermeniyiz" diye bağırabiliyorsa bundaki suç biraz da o insanla­rı kazanamamış, bilinçlendirememiş otel'e ho-tel dendiğinde dilin yozlaşacağını amansızca savunanlarda değil midir?
Serhat şehri Erzurum; renkli kültürüyle, sa­vaşlarla, acılarla, çilelerle dolu geçmişi ile sa­natçılar için başlı başına bir kaynaktır. Hangi taşı kaldırsan altında bir kahramanlığın, bir fe­dakârlığın, bir cefakârlığın fışkıracağı sonsuz bir kaynak.
Şapka'da Kırbaşzade Fevzi Bey, Sefer Bey, Rauf Bey gibi lafla değil özde "önce vatan" de­yip ölüme gözü kapalı koşabilen, her birinin hayatı başlı başına bir roman konusu olabile­cek, Amerika'da veya Avrupa'da olsa hakla­rında cilt cilt kitaplar yazılabilecek, filmler çe­kilebilecek bu ilginç karakterlere değinilir.
Roman bu insanları esas almakla güzel bir ko­nuya değinmiş, ama çıkış noktasını ağır ve hantal buluyorum. Roman ve filmlerin en önemli özelliklerinden birisi de izleyicinin ve okuyucunun kendini kahramanın yerine ko­yup özdeşleştirmesini sağlamaktır. Bu psiko­loji iyi eserlerde hep bulunur ve olması gere­ken, geçerli bir kaidedir.

Şapka'da ise okuyucunun kendisine yakın tu­tabileceği, kendisini yerine koyabileceği bir karakter mevcut değil. Her bölüm başlı başına ayrı kişilerce gerçekleştiriliyor gibi. Hatta insanı bazen asıl konudan bile uzaklaştırabiliyor ve bu romanın kahramanı kim gibi bir soruyla baş başa bırakıyor.
Karakterlerin psikolojik tahlillerine ve düşün­celerine yer verilmemesi kişiliklerini havada bırakmıyor; ama bunların okuyucunun kendi­siyle özdeşleştirebileceği tipler olmamasına neden oluyor. Bu da romanın en büyük zaafla­rından biri. Halbuki romanda adı geçen ve ağırlıklı olarak ön plana çıkan bir kahramanın şapkaya karşı tutumu irdelenip onun gözün­den olaylara bakılsaydı bu eksiklik kolayca bertaraf edilebilirdi.
Olaylar geniş bir pencereden, (merkeze yöne­lik olsa da) çeşitli açılardan işleniyor. Dipnot­lar gibi bu da dikkati dağıtan bir unsur. Ayrıca karakterlerin yerine oturmuş ama okuyucuyla özdeşleşmemiş olması da romana sıkıcı kılı­yor. Kişiler, duygudan ve düşünceden yoksun, sadece yaptıklarına değinilen içi boş tipler gibi duruyor. Hâlbuki ana karakterin veya karak­terlerin etrafında hem geçmişe hem geleceğe dönük olarak olaylar ve kişiler yorumlanabil­miş olsaydı, roman ağır havasından sıyrılıp ye­rine oturabilir ve okuyucu kendisini kahra­manlarla özdeşleştirebilirdi.
Romanda açılış, asıl konu olan şapka isyanı ile yapılsa ve sonra isyancıların hayatlarına odak­lanarak geriye dönüşlerle olayların geldiği nokta anlatılsaydı çalışma daha da ilginç kılınabilirdi.
Ayrıca konuyu dağıtan unsurlar ve inandırıcı­lıkla ilgili sorunlar da var. Mesela Sürmeli Ba­ba karakteri. Hikayeci Sürmeli Baba, romandasistemle çatışan insanlara methiyeler düzen ve birtakım kişilere ve yerlere göndermeler yapan bir karakter gibi görünüyor ve bu da inandırı­cılığını azaltıyor. Devr-i istibdadın şartlan dü­şünüldüğünde sözleri insanı ipe götürebilecek kadar ağır ve ışın tuhaf tarafı ise izleyicileri arasında sokaktaki vatandaştan ajanlara, devlet memurlarına kadar her çeşit insanın mevcut olduğu bir söz üstadının kahvede ulu orta sis­tem aleyhinde konuşması (sonunda tutuklanıyor olsa da) biraz garip kaçıyor. Bu karakter romanda bir meclise yerleştirilecekse o yer kahvehane olmamalıydı. Yukarda anlatıldığı gibi kahramanların gözünden geçmişe bakıl­saydı, bu gereksiz karaktere aslında hiç gerek duyulmazdı.
Bu satırların yazarı, içinde bulunduğu ortam­dan dolayı sıradan insanın hangi tür kitabı okuduğunu, bu insanlara kültürün nasıl pazar-landığını gözlemleyebilmiş birisidir. Kim ne derse desin belgesel türdeki kitaplar okuma önceliğinde ikinci sıradadır. Şapka romandan ziyade belli bir seviyedeki aydınlar için çok şey ifade edebilecek bir belgesel gibi. Bu duru­mu ise okuyucu kitlesini kısıtlıyor ve onu dar bir alana mahkum ediyor.
Sıradan bir okuyucu olarak beklentilerimi kar­şılamasa da, hedefe tam isabet etmese de Şapka özenli, realist, ilginç ve cesur bir çalışma. Özel ilgi sahama girdiğinden okumaktan zevk aldı­ğım, tekniği alışılmışın dışında olmasaydı, ro­man severlerin baş köşeye koyacaklarına hiç şüphe duymadığım bir eser.

EŞREF ÖZOLTULULAR
ÜLKE TEMMUZ-AĞUSTOS 2007 (Sayfa 132-133-134)