1-BİR VAKİTLER ERZURUM-
VELİSİ DE DELİSİ DE ÇOKTU BU ŞEHRİN
KÜLHANBEYLİK şeklinde deli dolu delikanlıların bol olduğu Erzurum'da bütün hepsinde olmasa da hemen her mahallenin bir deli'si olurdu. Bu şehrin herşeyini özümsedim, benimsedim doğduğum günden beri; ama nedense meczup'ları deli'leri kızdırmak şeklindeki garip halk zevkinden; o gün de bugün de hoşlanamadım.
Erzurumlunun en büyük kusurlarından biri budur.
Halkın, zevklenmek; mahalli ağızla zehlenmek dediği; safları, özürlüleri konuşturup üstüne gülmek şeklindeki eğlencesinin manasını da mantığını da bir türlü anlayamadım.
Spastik özürlü, yahut akli dengesi yerinde olmayanlar deli diye isimlendirilirdi. Bunların velileri, sahipleri, halkın onları kızdırmak ve üstlerine gülmek adeti karşısında, çocuklarını kapıya çıkarmazlardı pek. Çıkanların ise etrafı, bunlarla alay etmek, peşlerine takılmak ve yaptıklarına gülmek isteyen meraklılarca dolardı.
Onlarla dalga geçenleri gören aklı başındaki büyükler, 'yapmayın etmeyin, onlara Allah vurmuş, siz de vurmayın', deseler de, kimse bu eğlenceden geri kalmazdı.
Ölüsü olan bir gün, delisi olan hergün ağlar derler şehrimizde.
Delilerle eğlenmek zevkine müptelalar yüzünden, özürlü çocuk sahipleri insan içine bile çıkmaz, guşe_i, uzlet'i tercih ederlerdi.
Gavurboğanlı Yasso, Mahallebaşılı Ali Rıza, Ovacıklı Nizo, yine mahallebaşılı Gıyas, Deli Durak, Dolma Nene, Omo Kemal, Pottik Şefika, Tebrizkapılı Foter Sabri, Dervişağalı Aloş, caddeli Nusret, Gullebi Turan ve Tosya Mahallesindeki Erdal çocukluğumun en maruf saflarındandı.
Bunların bir kısmına aileleri tarafından çok iyi bakılır, giyim ve kuşamlarının temizliğine özen gösterilirdi.
İçlerinde insan içine en fazla çıkanı ve meşhur edileni Gullebi Turan'dı.
Hali vakti yerinde olanlar, onu sofralarına çağırır, söyletir, üstüne gülerlerdi. İnsana saygısı olmayanların eline düştüğünde de, Gullebi'yi patlayana kadar içirerek sarhoş eder, sonra da onun konuştuklarına ve yaptıklarına bakıp eğlenirlerdi.
Edepten kurtulmuş olan bazı kimseler de, O'na sataşır, kendilerine ve ailelerine küfretmesinden garip bir zevk alırlardı. Kimbilir belki göründüğü gibi deli değildi ki, kendisini kızdıranlara hakettikleri cevabı ağza alınmayacak sövmelerle verirdi.
Erzurumlunun taşıması gereken vakar ve onura hiç de yakışmayacak bir adet vardır bazı kesimler içinde.
Küçük erkek çocukları toplumda sevilirken, "densizin biri" bu çocuğun babası da olabilir, "Ola hele emen bir söğ" denir, o hiç bir şeyden habersiz, masum yavrular da büyüklerinin kendisine önemli bir şeymiş gibi öğrettiği küfürleri sıralardı.
Gullebi'ye böyle davrananların Erzurum'a dışarıdan geldikleri ve sütlerinin gerektirdiği biçimde davrandıklarını söylemek, bu kesime haksızlık sayılmamalıdır.
Erzurumlu hamiyetseverlerden bazıları ki aralarında rahmetli Ethem Seven de bulunurdu, Gullebinin iaşesini ve ibatesini sağlamak üzere İstanbul'a götürürlerdi.
Bu gidiş geliş sıralarında gazinolara da götürülen Gullebi, İbrahim Tatlıses, Muazzez Abacı gibi ünlü ses sanatçıları tarafından da tanınmıştı. Onların da Gullebiye para, eşya şeklinde yardım yaptıkları anlatılırdı.
FOTER SABRİ
Bu delilerden en bilenen ve halk içine en çok çıkanlarından birisi de, Foter Sabri'ydi. Tebrizkapı'da Narmanlı Camisi'nin hemen yanıbaşında yeralan seyyar satıcılardandı. O haliyle ekmek parası kazanma peşinde olan Sabri, sebze meyve ihtiyacı için bu mekana yönelenlerin hemen önünü alır, akılalmaz ve anlaşılmaz bir takım şeyler söyleyerek zoraki de olsa kendi sergisinin yanına götürmeye çalışırdı.
Parasının hesabını çok iyi bilir, kuruşunun kaybına tahammül göstermezdi. Bu yönünü bilenlerin kendisine takılmak adına yaptıkları şakalara asla tahammül göstermeyen Sabri, derhal deliliği ele alır, gerekirse eline geçirdiği taş, sopa ne varsa muhatabının üstüne yürürdü.
Sabri'nin "foter"i çok meşhurdu.
Yaz, kış başından çıkarmadığı, bilinen fötr şapkalara pek de benzemeyen bu şapka, O'nun alemeti farikası durumunda oldu hep...
Delilerin meşhurlarından olan Pottik Şefika ise, Ecevit'e olan muhabbetiyle bilinirdi. Yerli yersiz Ecevit'e methiyeler düzen kadının bu halini bilenler ise, sırf onu kızdırmak için Ecevit'e laf atıp, onun acayip bir lisanla küfürler etmesinden anlamsız zevkler alırlardı.
EŞO EREN MİYDİ?
Doğuştan ölüme kadar ilahî bir cezbeye tutulmuş manasındaki meczub'lar Erzurum halkından özel bir itibar görürlerdi. Bunlara mânevî bir kıymet verilir, duaları alınmaya çalışılırdı.
Eşo namlı, salyalarını akıta akıta yürüyen bir saf vardı küçüklüğümde. Mahalle kadınları Eşo'yu görünce salavatlar getirirler, hazırladıkları yiyeceklerden ikram eder varsa taze bir giysi vermeye çalışırlardı. O ise ne elbiselere ne de yiyeceklere itibar etmez, başını iki yana sallayarak yürüyüp giderdi.
Herkes birşeyler anlatırdı Eşo hakkında.
Kimisi O'nun her yıl mutlaka Hacc'a gittiğini söyler, bazen Kutsal topraktan gelen hacıların da bunu doğruladığı anlatılırdı.
Kimisi Eşo'nun Abdurrahman Gazi Türbesi'nden hiç ayrılmadığından bahsederdi.
Kimisi de hakikatte Eşo'nun büyük bir ermiş olduğunu, halk içinde itibar görerek nefsinde kaybolmamak için bu kıyafetle gezdiğini anlatırlardı.
Hangisi doğru, hangisi yalandır bilmiyorum; fakat Eşo'nun o dönemde Erzurum'un en itibarlı meczubu olduğunu iyi hatırlıyorum.
RADYO TÜRKÜLERİYLE YOLLANIRDIK OKULLARA
Lambalı radyoları dinleyerek büyüdük. Fişi pirize takıldıktan sonra bir müddet radyonun kızması beklenirdi. Transtör henüz yaygın değildi.
Babalarımız haber saatlerinde radyo başına gelir, evde herkes susar, radyoya kulak kesilinir, büyük bir dikkatle halkın ajans dediği haberler dinlenirdi. Sabah 7.30, öğle 13.00, akşam 19.00 ve 23.00'teydi haber kuşağı.
Buna o derece dikkat sarffedilirdi ki, soba üstünde kaynayan kazan ve güğüm varsa, oda içinde çocuk bulunuyorsa; ses olur, haberler anlaşılmaz denilerek dışarı çıkarılırdı.
Eğer evde misafir bulunuyorsa, haberlerden sonra, yorumlar yapılırdı.
Sabahları 7.30 ajans haberlerinden önce köy haberleri verilir, çiftçiler tarımsal faaliyetler açısından bilgilendirilirdi.
Okula gideceğimiz saate kadar, türküleri dinlerdik radyodan.
Aşık Veysel, Neşet Ertaş, Ahmet Sezgin, Nuri Sesigüzel, Bedia Akartürk, Neriman Altındağ Tüfekçi, Hacer Buluş, Muzaffer Altındağ, Turan Engin, Ali Ekber Çiçek, Cemile Çiçek'in güzel sesleriyle terennüm ettikleri türkülerin coşkusuyla yollanırdık okullarımıza.
Neriman Altındağ'ın seslendirdiği "Kışlalar doldu bugün, doldu boşaldı bugün" mayasıyla annelerimizin ağladığını hatırlarım hep. Kimbilir, belki de cepheye gidip dönmeyen, gelip de ailelerini göremeyen dedelerini mi hatırlatırdı bu türkü...
Bugün arabesk müziğin önemli temsilcilerinden biri olan Hüseyin Altun'la büyümüştük.
12 Mart ilkokulunda okuyorduk. "Maraş Maraş; Göç göç oldu göçler yola dizildi", uzun havalarını bir başka terennüm ederdi. Bazen balkonların altında ona türkü söyletir, manasını anlamazsak da ezginin havasıyla duygulanırdık.
O yıllarda Fuat Lehimler, Gündüz Gözümoğlu, Lütfü Ortakale, Mehmet Çalmaşır, Mete Çelenk, Mükerrem Kemertaş,Raci Alkır, Remzi Dane, Zeki Süzergil, Ekrem Çakıllı, Metin Solmaz, Tülay Çer TRT Erzurum Radyosu Türk Halk Müziği ses sanatçılarıydı. Fuat Lehimler, Muammer Özkavcı, Metin Gülebenzer, Cahit Uzun, Ayhan Seratlı, Cengiz Çelenk, İlhami Kamber, Osman Mavioğlu ve Suat Işıklı da saz sanatçısı olarak görev yapıyorlardı. İsmini yanlış hatırlamıyorsam Cahit Uzun'un görme özürlü olmasına rağmen zamanın en tanınmış saz icracılarındandı. Dursun Üvez'in de bu koronun kurulmasında büyük emek sarfettiği anlatılırdı. Bu saz ve söz sanatçıları bugün olduğu gibi halktan kopuk yaşamaz, insanlarla içiçe bulunur, okulların müsamerelerinde fahri olarak eğitimcilik yapar, Türk Halk Müziğinin sevilmesi ve yayılmasına hizmet ederledi.
Bu dönemin nostaljisini Şair Ali Akbaş:
"Kar erisin yaylalara göçülsün/Yamaçlarda mor menekşe açılsın
Rica et Raci'ye o da koşulsun/ Kerem et Mükerrem bir türkü söyle" dizeleriyle ne de güzel yansıtır.
TRT Erzurum Radyosu sanatçılarından sevgili Kenan Tuna'nın hazırladığı "Erzurum Türküleri ve Nazariyatı" isimli eser, gerek Erzurum folklorunu tanımak ve geekse de TRT Erzurum Radyosunun geçmişini öğrenmek iseyenler için ciddi bir kaynak. Tuna, bizim satırbaşlarıyla akardığımız günleri bir belgesel olarak sunmuş eserinde.
O dönem TRT Erzurum Radyo ve Tv'sinde halkı haberlerle bilgilendiren ciddi bir kadro işbaşındaydı. Rahmetli Celal Kaçtıoğlu'nun idaresindeki Haber Müdürlüğünde, Tünay Şenocak, Mustafa Bingöl, Mücahit Küleri gibi seçkin gazeteciler çalışıyordu.
Radyolar özel bir itinayla evlerin baş köşelerinde saklanırdı. Küçüklerin kurcalaması, açıp kapaması yasaktı. Annelerimiz oya ve dantelle işledikleri örtülerle süslerlerdi radyoları.
Yaşca büyüklerden bazılarının radyoyu dinledikten sonra "yahu bunun içindeki adamlar hiç uyumuyorlar mı? Radyoya nasıl sığıyorlar?" şeklindeki taaccüplerini; erkek spiker, yahut sanatçının sesi çıkıyorsa radyodan, binbir telaş içinde namahremdir diyerek başlarını örttüklerinin ve tesettüre büründüklerinin aktarımını, bugün tebessümle hatırlıyorum.
TELEVİZYONLA BAŞLAYAN DEĞİŞİM
1970'li yıllarda girdi evlerimize televizyon. Radyo ehemmiyetini kaybetti, aileler arasındaki muhabbet buzlu cam karşısında kaybolup gitti. Gece oturmaları, sohbetler geçmişte kaldı.
Almanya gibi yurt dışındaki ülkelerde çalışan işçi yakınları edindiler ilk televizyonları. Yerli üretim henüz başlamamıştı.
TRT Erzurum Bölge Müdürlüğü stüdyolarından paket programlar sunuluyordu halka. İlkönce haftada bir gün, çarşamba günleri seyrediliyordu; sonra cumartesi günleri de yayın yapılmaya başlandı. Yayın günleri üçe çıkartıldıktan sonra haftalık yayınların yapılması gecikmedi.
Evlerinde televizyon olmayanlar, televizyonu olan komşu evlere giderlerdi. Büyüklerin çoğusu günah diye seyretmekten kaçındığı için, çocukların rağbeti daha çoktu.
Cumartesi günleri kukla animasyon gösterimi olan Pilli bebekle başlardı yayın. Sonra olağanüstü güçlere sahip bir aileyi anlatan Tatlı Cadı, Dünya dışındaki hayatı aktaran Kaptan Körk'lü, uzun kulaklı Spack'lı Uzay Yolu ve Bonanza'yla devam ederdi.
Peşine TRT stüdyolarında gerçekleştirilen özel eğlence proğramları sunulurdu seyirciye. Cumartesi yayınlarının son programı "Türk Sineması"ydı.
Mesut Mertcan, Adnan Advan, Jülide Gülizar, Can Akbel'in spikerliğini yaptığı haber programı saat 20.00'deydi.
1974 Kıbrıs Barış Harekatı'yla ilgili haberler ilgiyle izlenirdi. Magosa çıkartmasının gerçekleştirildiği gün, haberi veren spikerin televizyon önlerinde alkışlandığını unutamam.
Bazı vaizlerin seyredilmesini günah, açılıp kapatılmasını da haram saydıkları televizyonlara aşinalık, aydın imamların "iyi programlara bakın, kötülerini de seyretmeyin" telkinleriyle başladı.
Çarşamba günleri verilen "Kaçak" adlı dizi, baş oyuncusu Dr. Richard Kimble oldukça ilgi toplamıştı halkta. Bu dizinin sona erdiği programın verildiği gün, cadde ve sokakların ıssızlaştığını, işyerlerini terkeden esnafın televizyon başına koştuğunu çoğumuz hatırlarız.
Hafta içi 23.00, cumartesi günleri de 24.00'de sona ererdi ilk televizyon yayınları.
Evinde komşuları, komşu çocuklarını ağırlayan televizyon sahipleri ve ev hanımları da misafirler gittikten sonra temizliğe başlar, dökülüp saçılan eşyalarını toparlardı.
DESTANCILAR VE BEHÇET MAHİR
Televizyon seyretme alışkanlığıyla birlikte kaybettiklerimiz arasında destancılar da vardı.
Şehirde meydana gelen afeti; eşraftan birinin ölümünü şiirleştirerek satardı onlar. Yazılan şiirin okunduğu teypleri omuzlarından asar, bir elleriyle de destan yazılmış kağıtları parayla satarlardı.
Ağlamaklı bir sesle okunmuş şiir sesleri sokakları doldurduğunda çoluk çocuk sokağa dökülür, ev hanımları pencerelerden uzanarak, destanın konusunu öğrenmeye çalışırlardı.
Bunlar aynı zamada, iletişimin çok zayıf olduğu dönemlerde, havalide medana gelen sosyal olaylardan halkı bilgilendirmek gibi bir görevi üstlenmişlerdi.
Aşık kahvehanelerinin rağbet gördüğü dönemlerde Behçet Mahir ismi, folklorla ilgilenen herkes için özel bir anlam ifade ederdi. Mahir halk hikayecisiydi. Bugünkü Köroğlu hikayelerinin bir kaç kolu ona aittir.
72 saat hiç durmadan hikaye anlatmak gibi bir rekorun da sahibi olan Mahir, Edebiyat Fakültesi'nin kurulduğu yıllarda Prof.Dr. Şükrü Elçin, Prof.Dr. Saim Sakaoğlu, Prof.Dr. Mehmet Kaplan gibi Halk edebiyatı uzmanlarına da kaynaklık etmişti.
Bizim gençliğimizde Fen—Edebiyat Fakültesi'nde hizmeliydi rahmetlik Mahir. Ondan duyduklarıyla akademik kariyer yapanlar, Ona bir öğretim görevliliğini çok görmüşlerdi yazık ki.
TOSYA'DAN ÜNiVERSiTE'YE
Tosya'dan yayan olarak 45 dakika çekerdi Üniversite. Erzurum'un tanınmış eğitimcilerinden rahmetli Nafiz Koçer Hoca'nın oğlu, şimdilerde Rize'de bir bankada müdür olarak görev yapan Bülent Koçer'di en yakın arkadaşım. Genellikle Gürcü Mehmet Paşa Camii'nin hemen karşısındaki evlerine uğrayıp, Bülent'i aldıktan sonra yürüme gider gelirdik Üniversiteye.
Kimi zamanlar da, Dadaş sinemasının karşı tarafında yorgancılık yapan Lütfü Ataç'ı da almayı ihmal etmezdik. Koca yol, her nasılsa o zamanlar bize çok kısa gelirdi. Yol boyu yaptığımız sohbetlerin hazzı ve tazeliği hafızamdaki yerini halen koruyor.
Üniversite minübüsleri bugünkü çaykara işhanı'nın bulunduğu yerden kalkardı. Üniversite'ye başlamadan çok önceleri bu mekanı bilir tanırdık. Şimdiki Cumhuriyet iş merkezininin bulunduğu yerde üniversite öğrencilerinin kırtasiye ve kitap ihtiyacını karşılayan Hasret Kitapevi vardı.
KÜLTÜR MERKEZİ HASRET KİTAPEVİ
Hasret'in satış elemanları liseden arkadaşlarım olan Cemil ve Metin'di. Ara sıra onlara yardım eder, gazete ve dergilerin satış reyonlarına konmasına katkıda bulunurdum. Çok kereler Numune Hastahanesinin Başhekim Yardımcılığı görevinde de bulunan Dr. Sefa Bulucu'yla birlikte yapardık bu yardım işini.
Hasret Kitapevi bir gurup arkadaş tarafından biraz da politik arka plana dayalı olarak açılmıştı. Hatırladığım kadarıyla, bir müddet Orhan Gülakar, ardından da İlksan mağazasının sahibi Sacit Bulucu bu kitapevinin kanuni temsilciliğini yürüttüler.
Şehirde bilinen, tanınan kalabalık bir gurupla birlikte Üniversite öğrencilerinin de uğrak yerlerindendi Hasret kitapevi.
O yıllarda kitap, gazete, dergi okumayan üniversite öğrencileri ayıplanırdı. Şimdilerde Kültür Eğitim Kitapevi, Kitapsarayı, ve Üniversite Kitapevi'nin yaptığı kültür hizmetini o yıllarda bu Kitapevi karşılardı.
Yeni çıkan tüm yayınları buradan temin etmek mümkün olurdu. Sağdan sola hemen her türlü yayını bulunduran Hasret, kapanıncaya kadar daha ziyade milli ve manevi eksendeki kitapların satıldığı yer oldu.
Necip Fazıl'ın meşhur "rapor"larının tamamını buradan temin ederdik bir çok Erzurumlu gibi. Rahmetli Necip Fazıl, o dönemlerde ayda bir çıkardığı 100, 150 sayfalık kitap türü "Rapor"larıyla siyaset kulvarını allak pullak ederdi. Çokça da, Erbakan Hoca karşıtı yazılar yayınlardı bu neşriyatında.
Yine Cemil Meriç'i, Mustafa Necati Sepetçioğlu'nun Kilit, Kapı, Çatı, Anahtar diye süren tarihi serüvenleriyle birlikte, Erol Güngör'ü, Necdet Sevinç'i, Osman Turan'ı, Mümtaz Turhan'ı, bu kitapevinden temin ettiğimiz kitaplarından okuduk.
Hasret, 12 Eylül müdahalesinden sonra, fonksiyonunu kaybetti. O yıllarda yazılı neşriyat üzerindeki baskılardan olsa gerek, eskisi gibi ilgi görmemeye başlamıştı... Müdahalenin üzerinden bir, bilemediniz birbuçuk yıl geçmişti ki Hasret yerini gönüllerde buruk bir hasret bırakarak bir baklavacı dükkanına terketti.
DÖNEMİNİN EN BÜYÜK ÜNİVERSİTESİ
Hacettepe, Ortadoğu Teknik, Ankara, İstanbul ve Ege Üniversiteleri'nden sonra altıncı üniversiteydi Atatürk Üniversitesi. Aslına bakılırsa Cumhuriyet döneminden sonra kurulan ilk büyük eğitim kurumudur bizim Üniversite. Kemal Bıyıkoğlu Atatürk Üniversitesi'nin efsanevi rektörlerindendi.
Bizim okuduğumuz dönemlerde Hurşit Ertuğrul'du üniversite Rektörü. Ziraat, Tıp, Diş Hekimliği, İşletme, İslami İlimler, Temel Bilimler, Fen ve Edebiyat fakülteleri vardı. Kazım Karabekir Eğitim Enstitüsü Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı olduğu için Üniversiteyle alakası yoktu. Eğitimi de 2 sonradan da 3 yıllık sürede veriyordu bu okul. Mezun olduğumuz dönemlerde Üniversiteye bağlanan Eğitim Enstitüsü, 4 yıllık eğitimi sonradan vermeye başlamıştı.
İslami ilimler ise İşletme Fakültesi'nin bodrumundan çıkmış; yeni binasına henüz kavuşmuştu. Aklımdayken söyleyeyim, bir ara ülke gündeminde hayli yer ve tartışma konusu olan milletvekili Merve Kavakçı'nın babası Yusuf Ziya Kavakçı da o zamanlar doktor ünvanıyla görev yapıyordu bu okulda.
Ziraat Fakültesinde eğitim süresi de bugün olduğu gibi dört değil beş yıldı. Bu Fakültenin mezunları Yüksek Lisans yapmış sayıldıkları için Ziraat Yüksek Mühendisi ünvanını alırlardı.
Bugün olduğu gibi Ziraat Fakültesi mezunları diplomalı işsiz kalmazlar, okullarını bitirmeden staj gördükleri, Toprak Su, YSE, DSİ gibi kurumlarda hemen işbaşı edilirlerdi.
Bu fakültenin bildiğim talebeleri arasında şimdi İstanbul'da ticaretle meşgul Suat Ezirmik, ilhan Ezirmik, Vahit Kılınboz, Bünyamin Oltan, Ragıp Yıldırgan gibi isimler vardı. Bunlar o fakültenin Erzurumlularını temsil ederlerdi.
MÜMTAZ İLİM ADAMLARI
Türkiye çapında ilmi şöhrete sahip ilim adamlarıydı üniversite öğretim üyeleri, görevlileri.
Kimler yoktu ki...
Mezun olduğum işletme fakültesinin o yıllardaki dekanı Prof. Dr. Talat Güllap'dı. Şimdilerde İşletme ve İktisat diye tasnif edilen bölümler ise o zamanlar dörde ayrılmıştı.
Üniversite'nin renkli simalarından Prof. Aydın Türkbal Üretim Yönetimi Bölümü'nün başkanlığını yürütüyordu. Prof. Dr. Orhan Türkdoğan İşletme Yönetimi Bölüm Başkanı, Prof. Naim Akman ise Pazarlama Bölümüne Başkanlık ediyordu. Muhasebe Finansman Bölümünde Prof. Celalettin Atamanalp'di bölüm başkanı.
Orhan Türkdoğan Hoca bizim hem Bölüm Başkanı hem de, benimle birlikte Bülent Koçer'in de tez hocası'ydı.
Bugün, neredeyse tamamı profesör olan, Muammer Yaylalı, Beşir Atalay, Abit Bulut, Uğur Güllülü, Recai Çınar, Cevat Gerni, Feyzullah Eroğlu, Ferhat Ecer, Zeki Arslantürk İşletme Fakültesi'nin genç asistanlarıydılar o yıllarda.
Prof. Metin Türko ile Eyüp Aktepe ise o dönem fakültenin doçent kadrosunda bulunuyordu. Avukat Sadrettin Haşıloğlu da fakülte'nin kadrolu hukuk hocalığını yapmaktaydı. Dr. Sebahattin Yılmaz öğretim görevilisi olarak muhasebeyi öğrencilerine sevdiren hocasıydı İşletme Fakültesi'nin. Adeta bir tiyatro oyununu sahneye koyar gibi anlatırdı derslerini Hoca.
ZİRAAT AYRICALIĞI
Ziraat Fakültesinin öğretim üye kadrosu diğer bütün fakültelerinkine sayı olarak eş değerde belki daha çoktu.
Prof.Erol Oral, Prof. Zeki Ertugay, Prof. Sıtkı Aras, Prof. Vahap Yağanoğlu'yla beraber en fazla Erzurumlu öğretim üyesini bünyesinde bulunduran fakülte Ziraatti.
57. TC hükümetinde Tarım Bakanı olan Hüsnü Yusuf Gökalp'te o yıllarda Ziraatte öğretim üyesiydi.
Rahmetli Prof. Ahmet Kurt Hocamız da, Ziraatin ilk profesörleri arasında yer alırdı.
Bu fakültenin çok sayıdaki bölümleri arasında, en popüler olanı Kültür Teknik diye adlandırılanıydı. Sonraki yıllarda kimi bölümler kaldırıldı, kimileri de birleştirilerek bölüm sayısı azaltıldı.
Erzurum'un yitirdiği, yeri zor doludurulacak güzel insanlardan biriydi Ahmet Kurt hocamız. Şehrin artık azalan çelebi'lerinden, beyefendilerinden biriydi
O, bütün ömrünü yalnızca ilme hasretmişti. Fil dişi kulelerde halka yukarıdan bakanlardan değildi.
İlmini insan hayatı için harcetti hep. Eşrefi mahlukata hizmet yolu aradı bu çerçevede. Kürsüsünden ilim ışıkları yaydı ömrünce. Okulunda müderris, halk arasında bir çelebiydi tanıdığım kadarıyla.
"Niçin yaratıldık" sualinin cevabını bulanlardandı.
O yüzden ömrü, insana hizmete adamakta kararlı olarak geçti. Halka yukardan bakmak gibi ilmi snopluğu reddedip, halk için, halka göre usullerle onlarla hemhal oldu.
Meşrebi tevazuu üzerine bina edilmişti. Mezhebi doğruluktu.
Değerli eserleri ve yetiştirdiği evlatları, Ahmet Hoca'nın ömrünü neye adadığının delilidir.
AŞİYAN 'A BENZETİLEN FAKÜLTE BİNASI
Fen Edebiyat Fakültesi müstakil iki fakülteydi. Prof. Ahmet Çakır'dan önce Edebiyat Fakültesi'nin dekanlığını Rahmetli Prof. Dr. Kaya Bilgegil yapıyordu. Fakültenin kurucuları arasında bulunduğu için, okul binasının planını kendisinin çizdirdiği söylenir, Tevfik Fikret'in Aşiyan köşküne benzetmeye çalıştığı anlatılırdı.
O günlerden aklıma gelen isimler arasında Prof. Saim Sakaoğlu, Prof. Kemal Yavuz, Prof. Bilge Seyidoğlu, Prof. Muhan Bali, Prof. Hüseyin Ayan, Prof. Enver Konukçu, Prof. Saime İnal Savi, Prof. Türükoğlu Gökalp, Prof.Dr. Orhan Okay, Prof.Dr. Yavuz Akpınar, Pof.Dr. Necmettin Tozlu, Prof.Dr. Kemalettin Yiğiter, Prof.Dr. Şerif Aktaş gibi sahalarında ülke çapında eserleriyle tebarüz etmiş ilim adamlarını sayabilirim.
Sosyal Bilimler Enstitüsünde Genel Sekreterlik görevini de yürüten ve avukat Naci Turan'ın da ağabeyisi olan Zeki Turan da Edebiyat Fakültesi öğrenci işlerinin genç memurlarından birisiydi. Rektörlükte Öğrenci harç işlerine bakan, 1978 yılında bir öğrenci olayı sırasında vurulan şimdi TEDAŞ'ta mesai yapan Ali Akpınar'ın ağabeyisi İhsan Akpınar da bu memurlar arasındaydı.
Şimdi Yurt Kur'da Şube müdürlüğü görevini yürüten Yahya Pasinlioğlu, Bakımevi Müdürü Sadrettin Hızardere Tarih bölümünde, Ayhan Kara da Türk Dili ve edebiyatı bölümlerinde tahsil görüyorlardı.
Bu fakültenin öğrenci kantini ilginç görüntüsüyle meşhurdu. Kantin duvarları Türk Tarihinin devrelerini yansıtan tablolar ve fresklerle bezeliydi. Ergenekon'dan, Kurtuluş Savaşına kadar bütün Türk tarihi anlatılmıştı bu duvarlarda.
Üniversite öğrencileri belki de, Türk Tarihini özümsemek ve bu doğrultuda ilham kazanmak için olsa gerek çay içmeye Edebiyat'ın kantinine giderlerdi.
DÜNYA STANDARTLARINDAKİ BÖLÜM: KARDİYOLOJİ
Tıp Fakültesi Üniversite için ayrı bir önemi haizdi. Özellikle Araştırma Hastanesi'nin bütün bölgeye hitabetmesi fakülteyi daha bir ayrıcalıklı kılıyordu.
Hemen bütün bölümlerde ülke çapında söz sahibi olmuş öğretim üyeleri bulunuyordu. Prof. Sabahat Kot, Prof. Üner Tan bunların başında geliyordu. 12 Eylül Harekatından sonra oluşan kurucu mecliste görev alan Prof. Utkan Kocatürk'le, sonraki yıllarda Sağlık Bakanlığı da yapmış olan Prof. Dr. Yaşar Eryılmaz, Prof. Dr. Durkaya Ören de bu fakültenin saygın hocaları arasında yer alırlardı.
Tıp Fakültesinin en mühim hizmeti ise dünya standartlarındaki Kardiyoloji servisiydi. Özellikle son yıllarda sergilediği performansla ülke çapında haklı ve saygın bir konum elde eden Kardiyolojinin başında Prof. Dr. Necip Alp Hoca bulunuyor. Prof. Dr. Sabahattin Ateşal ve Prof.Dr. Hüseyin Şenocak Hocalarla birlikte insan orijinli hizmetlere "anjio" ünitesini ekleyerek, bölge insanını başka illerde şifa aramaktan kurtaran Prof.Dr. Alp, Erzurum'da iz bırakanlar kervanına katıldı.
Muayenehanesine yönelen yoksul hastaların tedavi giderlerini karşılaması ve müşfikliğiyle maruf Prof. Dr. Alp böylelikle Erzurumlu ihtiyaç sahiplerinin de, tabiri yerindeyse hacet kapısı haline geldi.Sahasında otorite olan Alp, ilde halkın doktorlara bakış açısını da yeniledi, değiştirdi.
BUGÜNÜMÜZE ÇOK ŞÜKÜR...
Üniversite'de, Erzurumlu öğretim üyesi çok azdı bizim okuduğumuz dönemlerde.
Zaman zaman bu manzara içlendirdi beni. Erzurumluların niçin ilim kürsülerinde bulunmadığını kendi kendime sorar cevabını da bulamazdım.
Geri zekalı mıydı bu toprağın çocukları; üniversite okuyanı mı yoktu şehirin. Elbette hayır.
Cevabını buldum sonradan. Üniversitede görev yapan başka şehirli Öğretim üyeleri en dar manada dahi çoğunlukla hemşehricilik yapıyor, kürsülerine asistan aldıklarında kendi memleketlilerini yahut Erzurumlu olmayanları seçiyorlardı. Hatta bazı kürsüler şehir adıyla anılırdı. Kimsenin de ses çıkardığı yoktu.
Koskoca kampüste Erzurumlu ilim adamı bulmak çok müşkildi. Bu yüzden olacak Erzurum'un Umudum köyü'nde doğmuş büyümüş, Babam'ın da ilkokul'dan sıra arkadaşı olan Rektör Hurşit Ertuğrul'un da Erzurumlu olmadığını kabul ederdim.
Üniversite'de Erzurumluların şans bulmaları, çalıştıkları ilim sahalarında tebarüz etmeleri ve hatta ülke çapında şöhret bulmaları sonradan olmuştur. Erzurumlular bu açıdan oldukça şanslı bir döneme Prof.Oral'la kavuşmuşlardır. Üniversitenin Erzurumlu ilim adamlarına açılımı onunla hız kazanmıştır.
Kendisine bu noktada şükranlarımı bir Erzurumlu olarak sunmak durumundayım.
GİRİŞTEKİ TABELA
Üniversite kampüsünün girişinde yer alan, sonradan dönemin rektörü Ertuğrul tarafından kaldırtılan, Atatürk'e ait "Türk aleminin en büyük düşmanı komünistliktir. Nerede görülürse başı ezilmeli" yazısı yer alırdı. Kampüse giren herkes ister istemez bu yazıyı okur, dolayısıyla etkilenmiş olarak gideceği yere yollanırdı.
Yurt Kur bugünkü gibi fonksiyonel değildi. 4 erkek ve girişte bulunan Kız yurduyla toplam 5 yurdu vardı müdürlüğün.
Yurtlar 80'li yıllar öncesinde siyasi görüş farklılığına göre kategorize edilmiş durumdaydı. Kim, hangi yurtta kalır bilinirdi.
1970'li yılların ortalarında bu yurtlarda kuran yırtıp çiğneyen öğrenciler olduğu şayiası şehirde yaydırılmış, ve şehir halkı bu yurtları basarak, bazı öğrencileri tartaklamıştı. O olayı yaşayanlar, hakikaten de yurt odalarında yırtılmış, sağa sola atılmış kur'an sayfaları bulduklarını anlatırlardı.
Benim tahsil gördüğüm yıllarda bu tip olaylar pek yaşanmadı. Üniversite asude bir ilim yuvası görüntüsü veriyordu. Sağ görüşlü öğrenciler ağırlıktaydılar. Onlarda ilmi otoriteyi zaafa uğratacak hiçbir çabaya izin vermezlerdi. Ülke gündemi öğrenci olaylarıyla dolu olmasına rağmen Atatürk Üniversitesinde silahı değil; kalemi ve kitabı tercih ederdi öğrenciler. Aralarında en büyük rütbe, çok okumakla elde edilirdi.
70'li yılların sonlarında kısmi olaylar oldu. Dönemin hükümetinin de maarifeti ve tesiriyle kimi art niyetli guruplar üniversiteyi akıllarınca ele geçirmeye çılışıyorlardı. Münferit bazı olaylar da zaten bu guruplar tarafından çıkarılıyordu.
Şimdiki Şeref Pastanesinin üst kısmında CHP il binası vardı. Sol görüşlü öğrenciler sabah erkenden burada toplanır, sonra da olay varmış görüntüsü vermek için nümayişlerle üniversiteye yollanırlardı. Diğer öğrencilerin aklı selim içinde bulunmaları çok büyük olayların çıkmasını engellemiş ve üniversitede öğretim aksamamıştı şükürler olsun.
O dönemde öğrenci liderleri arasında çok sayıda okuyan, düşünen yazan isimler vardı. Bugün anlaşılan manada militarist görüntüleri ve davranışları da yoktu.
SÜTBEYAZ HOCA
Prof.Dr. Erol Oral hoca'dan Rektörlük görevini Prof.Dr. Yaşar Sütbeyaz devraldı. Selefi tarafından başlatılan hizmetlere, özelikle de eğitim alt yapısının çağdaşlaşmasına önem verdiğini gösterdi çalışmalarıyla. Atatürk Üniversitesi'ni ülkenin en büyük üniversiteleri arasında ilk sıralara getirmek maksadına matuf eğitim yatırımlarına ağırlık verdi.
Bu çalışma tamamlandığında, Hukuk Fakültesi hala büyük bir ihtiyaçtı Üniversite ve Erzurum için.
Üniversiteye bağlı Teknik bölümlerin kurulması da.
Sütbeyaz Hoca'nın bu büyük atılımları gerçekleştireceğinden kimsenin kuşkusu yok, bizim de.
.
Mustafa Çetin Baydar - 19/11/2013 - 17:39 -