|
1TEK OKUYUCU İÇİN KISA HİKÂYELER
HAYVAN GÖZLEMLERİM VE AHLAK DERSLERİ
Prof. Dr. Mustafa Erdoğan Sürat
İki kuş var. Bir kuş var. Hadi ahlak derslerine geçelim hikâye bitti. Biraz sabretsene, a...a...a! Biten bir şey yok, azcık sabır. Anlat öyleyse!
Bir kuş var. İki kuş var. İkisi aynı hayvan, birisi senin gözlemlediğin ve hikâyene aktardığın; diğeri yazılarda değil, gerçek hayatta yaşayan, asıl kuş. Anlatım, asla tam olmamalı, eksiksizlik tutkusu anlatımları adileştirir, ayağa düşürür. Haklıymışsın! O zaman anlatım bitsin, hemen ahlak dersi başlasın! Başla: Gözlemler bizim sahibimizdir, kararlarımızı, zevk ve üzüntülerimizi yönlendiren, yaptığımız gözlemdir: PİNOŞE belki iyi bir komutandı, fakat onu, vahim eylemleri bulunan bir cani biçiminde algıladık, nefret ettik ondan. Nefret bizim değil, sevgi de; hepimizin sahibi gözlem her şeyimizin sahibi o; ah bu gözlemler! Hepsi bu kadar, söylenecek ne kaldı? Sahi ne kalmış olabilir? Başa dönelim: Bir kuş... Geç kuşu, biraz yürü. Sağında bir akasya ağacı olacak, gördün mü? Ne ağacı be... Tanrım herhalde aklımı yitiriyorum. Nerede kalmıştık? Edebiyat ciddiyet ister, buyurun diyorum, azcık ciddiyet ve gözlem!
Fundalık alanlarda yaşayan tüm hayvanlar da niyet ve gözlem sahibidirler. Niyetin sahibi canlının kendisidir. Kuş yükseklerden sana bakarken belki de sana bakmaktan caymıştır, şu an başkasına alaka duymaktadır. Fundalık hayvanları, atalarının uzaktan nasıl gözüktüğünü daima merak etmişlerdir. Bizlerin, hızlı trenimizin pencerelerinden bakınırken resmini çektiğimiz; seyredenlere ise, iki ayağı ve tüylü, uzun kuyruğu üstünde, tilki misali-sanki- dengede zor dururmuş izlenimi veren türler ise, gerçekte, yan yatarken fotoğrafı dikine çekilmiş enli, hatta etli butlu Ebabil kuşlarıdır. Çok saygın bir ebabil olan ŞE... K. da, büyük dedesinin eski çağlarda ne yiyip, ne tür topraklara hızlıca tüy sürdüğünü, nereden su içtiğini merak etmeye başladığında, henüz on-beşinde şakacı birisiydi: hani “Hey on beşli on beşli, Tokat yolları taşlı”, anlarsınız ya! ... Harita mühendisi, ekibe kılavuzluk yapan kadına yönelerek,
-“Bak hava karardı, istersen sen köye dön” demek niyetinde idi. Fakat bu mühendisin niyeti neticede, havada tarihsel keşif uçuşları yapan çok sayıda ebabilden birisi değil miydi? Hatta insanı açık-açık konuşma ve hatta haddini aşmaya sevk etmeyin lütfen: harita mühendisimize ait o niyetin, Ş. K, kısaca Ebabil K. olduğunu, herkes bilmiyor mu? E, peki, geriye ne kalıyor o zaman? Bir kuş yorulduğunda ne yapar ki? Atalarının yaşadığı arazilere ait dev bir krokiyi zihnine iyice kazır ve yuvasına döner; ot şiltesinin üstüne boylu boyunca uzanıp yatar... Belki niyetlenir akşamdan yatmaya... Tren geçerken fotoğrafını çekiverdiğin o sere serpe yatmış kuşcağızdı, objektifin açısı dönüverdi, onu ayakta duran bir tilki zannettin. Ahlak derslerinin tehlikesini gören yorgun bir göz de, izlenimlerin tamamını okumadan bu noktada sayfayı kapatabilirdi, ne var ki sayfa kapamak gözlemci bir Ebabil'dir ve harita mühendisi olayındaki durumun tersine, kişi işleme değil, işlem kişiye sahiptir artık. Mühendisin niyeti olan kuş, harita mühendisimize aitti; buradaysa durum farklı: kişi gözlemin emrinde. Yani gözlem bir varlık, kişi-okuyucu- onun bir organıdır. Paranın üstü kalınca, asıl büyük kısım, cüzdan sahibine bırakılmaz mı? EBABİLOĞLU Ş.K.-ki açılımı Şevket Kadri'dir-paranın üstü kalsın dedikten sonra, hızla iniverdi faytondan. Geneleve gelmişti. Şevket Kadri beyin, geneleve gitmenin ahlaksızlık olduğunu anımsayarak evine döndüğü saniyede, bizlerin de, gözlemci ebabilin resmini çektiğimizi anımsamakta yarar var sanırım. Hikâyenin kolay algılanmasına yardımcı olacağı düşüncesiyle, Şevket bey'in aldığı notlar, aslında, meseleyi somutlaştırmıştır bile. Şimdi o notlara bir göz atmak birçok hususun dökümü gibidir: Sahne: Kuş kılığında bir çocuğu annesi çağırmaktadır. Çocuksa kuş olduğuna öylesine inanmıştır ki, “bir kuş asla annesi tarafından yemeğe çağrılamaz” felsefesiyle-yahut haklı ve doğru düşüncesiyle-hiç oralı olmaz.
-“Annen hangisi bakalım, yumurcak?” Şu köy evlerine özgü sundurmadan bize doğru bakan basma elbiseli hanım mı?”
-“ Hayır, bayım; benim annem, harita mühendisinin kılavuzluğunu yapıyor, O entari giymez meslek icabı, geniş kumaş pantolon üzerine uzun kollu, dizlere kadar gelen eşofman üstleri kuşanır, başörtüsünü üstüne salar!” Cevap böyleyse irdelemesi de şuna varıyor yani dersimize: Ahlakça sağlam çocukların anneleri hakkında ve hatta aile büyükleriyle alakalı bilgileri bulunur daima. O zaman tekrar, atalarının yaşam tarzını cansiperane araştıran, araştırmacı kuş EBABİL Ş.E...K. tarafından zihinde kaydedilmiş krokinin tasviri ve günlük NOTLAR-3 EKİM 2009 TOKAT:
Boyu birkaç VERST-Rus uzaklık birimi-, eni boyundan uzun-Soru: “Peki daha uzun olan boy değil midir?” Yanıt: “Orasını karıştırma!”- ve sonbahar yağmurlarıyla yeşermiş bir yaylak... Yay hayvanlarını kal cascavlak, HEHHEH! Kim güldü? Herkes ellerini sıranın üstüne koysun ve tahtaya doğru baksın. Yeniden gramer yazmak pahasına, Türkçe konuşacağız ve o kıkırdayan soysuzu hep birlikte bulacağız. Hep birlikte soysuz kaldım-CAK lığımız MIŞ LARI yormuş CA SINADAN saysa! Hepsi bu, herkes suçlu, cıvık aramızda, biz bir bütünüz, bu bütün, suçludur, cıvıktır. Cıvık ve cürüm dolu birileri karşısında, herhalde susacak değiliz: Elimiz armut toplamıyor ya. Buyurun hep birlikte âmin diyelim; bunlara beddua edelim. Dönelim doğa betimlemelerimize:
Arazi hafif yamaçlarla bezeli, yamaçların üstü kimi zaman ağaçlandırılmış izlenimi veriyor. Buralarda devinim biraz karışık: koyunlar gecenin nedensiz ayazında donuyor ve sanırım ağaçlaşıyorlar. Boyalı tüyleri donmuş bu hayvanların, alaca karanlıkta parıldıyorlar: sarı-yeşil, mor, kırmızı hatta içerisinde kurşun renkli petekler yer alan koyu lacivert bir ton. Rengârenk hayvan-ağaçların ömrü buzlar eriyince sona erecek, zira donmuş bacakları üzerinde dimdik duran, koç, sivri-sinek, leylek ve zürafa misali uzun bacaklı hayvanların havalar ısınıp don çözülünce nasıl da yere yuvarlandığını görmemek imkânsızdır, görülen manzaraya ise yürek mi dayanır... Eriyen sürü yamaçtan aşağı kayıyor ve sen, dedelerinin kuş bakışı-kim bilir kaç bin kez seyrettiği-toprakların bir krokisini çıkartmakta aciz kalıyorsun. Arazinin bir kısmı askerlerin atış alanı. Onların tatbikat atışı, makileri, ıslak hayvan ölülerini ve tozlu derilerinden yaşam fışkıran dipdiri tarla farelerini yakıp kavurmakta! Küllerle kaplı bir alanın yüzölçümü ölçülemez öğretmenim, hesaplayamayız. Şevket Kadri EBABİLOĞLU en zayıf öğrencisi Ş.E. ...K. tarafından verilmiş kay-pak cevaplarla baş edemiyor. “ Hava ısındı, üçgenler genleşti “ diyecek kadar gemi azıya aldılar öğrenciler. Devlet bu okulu her an imha edebilir, nitekim ediyor da... Tren, orta boy bir dağa açılan bir tünele girmeden önce yaşanan şu: Ne? Yaşanan ne? Sizi vagon restorana davet ediyorum genç bayan. Adım ne mi? Şevket Kadri tabii. Ahlaki nedenlerle bir faytondan inip diğer faytona binen ve genelev kapısından zinaya bulaşmaksızın kirişi kırıp tüyen EBABİLOĞLU benim. Kirişi kırmak mı dedim, ah şu argo. N' olur bağışlayın beni. Fakat faytonculara bıraktığım “üstü kalsınlar” la inanın bana treni satın alamasam da, şu kuşetli vagonu pekâlâ kapatabilirdim! Rica ederim. İkimiz de bekârız hanımefendi, tanışmak ahlaki bir şeydir.
Bu giriş bölümünden sonra genç kız, senin, Şevket Kadri Bey'in restoran davetini kabul etmişti; günah ve ahlak konusunda çok hassas olan sen EBABİLOĞLU Ş.E. ... K. ise kendini trenden atarak intihara teşebbüs eylemiş ama ölmemiştin, hatta yaralanmamıştın bile... Sadece, birkaç ufak-tefek sıyrık...
Ülken senin gibi bir yurttaşa sahip olduğu için ne kadar şanssızdır bilemezsin. Bu topraklarda para kazanıyor ve bu toprağın halkını acımasızca kendinle meşgul ediyorsun. Başka işin yok mu senin? Aslında ahlakı önemseyen bir zadegânın genelev kapılarında işi ne? Hadi oraya içeri girmemek için gidiyorsun diyelim. (Çünkü kapısına varmadan dışarıda kalmayı nasıl başarırsın? Bu noktada haklısın) İyi de neden devlet fahişeliği, niçin genelev? “İnanın ben yapmadım” ha. Yaptın. Saklama; bari mert ol!
İşte ambulans da gözüktü. Yattığın yerde keyif çatıyor, gözlemlerine devam ediyorsun. Ambulans tozlu yolda beyaz bir çeyiz sandığı gibi kayarak ilerliyor. Silueti giderek büyüdüğüne göre yaklaşıyor taşıt.
Sapasağlam bedenini sedyeyle taşıttırıyorsum, evet taşıttırıyorsum. Giderek itiraf ediyorsum. Şevket Kadri bensin...
TEK OKUYUCU İÇİN KISA HİKÂYELER
BİR GECE BEKÇİSİNDEN EYLEM VE DARBE
Prof. Dr. Mustafa Erdoğan Sürat
Olayın Ortası
LUNAAR Şirketi'nin tanınmış gece bekçisi Dav, ya meslek tutkusu yahut Türkiye misali her işte dünyanın ortalama kırkıncı veya ellincisi olan ülkeler hakkında hiç kafa yormaması yüzünden basit bir anlaşmazlık nedeniyle bir sabah, kurumun yer aldığı bulvara hâkim dev blok-binasına ait tüm girişleri hizmete kapatmış; hafifçe kanunsuz bir eylem başlatmıştı! Ülke adı verilmesi burada nezaket kurallarına uymuyor ya, insan şunu düşünmeden de edemiyor: neden Dav bey, polis anonslarının mantığını bozdu ve Amerikan kamuoyu neden üstü kapalı bir şekilde sapıtan güvenlik güçlerine küçümser gözlerle baktı? Giderek o gün orada bir de adi cinayet işlendi ve de belki inanmayacaksınız ama eylem alanına toplanmış kalabalık, yazılı olmayan bir kararla, gözüyle gördüğü katilin yüzünü unuttu. Mesela, ilkel kalmış herhangi bir Dağ Komando Taburu yahut o tür taburlarla ilgili kahvehane sohbetleri yapan İstanbul aydınları bundan alınmaz mıydı? Biraz yakın maziye dönüp, eylemin nelere mal olduğunu görmek istediğinizde karşınıza, saatler ilerledikçe Los Angeles güvenlik birim şeflerinin iç tutarlılığını yitiren “teslim ol” çağrıları yahut Tekirdağ'dan sel manzaraları çıksa ve insanlığın toplu yüreği bundan burkulsa, bunun sorumluluğu kime ait olacaktı? Daha da korkuncu, o kalabalıkta hiç kimse Tekirdağ'ın nerede olduğunu bilmese-ki bilmez-, bu durum da bir anketçikle resmileşse, bazılarımızın yerli, vahşi, pis kokulu, ekşimiş, inatçı, yapışkan-daha sayayım mı?- onurumuz nasıl yaralar alacaktı, bir düşünün...
O sabah insanlar, beş katlı ve beş büyük kapılı dev bloğun önünde toplanmış, gerçek bir polisiye olay izlemeye hazırlanıyorlardı. Söylenenlere bakılırsa, gece bekçisi DAV, bilinmeyen bir nedenle binanın tüm girişlerini kapamış, acil önlem kilidi denilen sistemi devreye sokarak, irtibat mahallerini çelik kapaklarla adeta mühürlemişti. Gece bekçisinin eylem konusunda herhangi bir neden açıklamaması yüzünden, polis teşkilatının yanı sıra, deniz piyadeleri de konuşlandırılmıştı dev yapının çevresine. Derken iri bir megafonla bir yetkili:
-“Hey Dav, senin sorunun ne evlat?” şeklinde klasik anonslara başladı ve “aç kapıları, korkma; biraz fazla tedbirli olduğun ve en küçük bir işkillenme sonucu, şirketin sahiplerini bile kendi öz binalarına sokmadığın için yargılanmayacak, hatta taltif edileceksin. Belki madalya bile takarlar sana ne bileyim; haydi uzatma artık, girişleri aç!”
İçerden hiçbir hayat emaresi belirmediği ve yanıt gelmediği için çağrıların yinelenmesi gerekiyordu, sabah dokuz buçukta başlayan işlem, öğleye doğru, çözümsüzlük nedeniyle sapıtma alametleri göstermeye, şekil değiştirmeye başladı. Kusurlu işlem sahibini-bu kişi Dav oluyordu- eylemini bitirmeye çağıran ses merkez karakol amirininkiydi ve amir bey ikna gücünü arttırırken, iç tutarlılığını yitirmeye başlamıştı sanki. Sapıtmış yetkili, ilk falsosunu yasa spekülasyonlarında yapıverdi ve de anonsuna şu tümce aynen girdi:
-“Hey DAV, görev aşkının gayrı meşru çocuğu, kanun nazarında sen bir hiçsin.” Dav bu lafı “piçsin” biçiminde algılamış olmalı ki, merhum MAYKIL CEKSIN mirasından çıktığı sonradan tespit edilen-nasıl temin ve tespit edildiyse- bir amfinin yükselt-geçlerini kullanarak yeri göğü inletti ve “piç sensin” diye adeta uludu. Hava iyiden iyiye gerilmişti. Bu sırada genç bir adam kendi güncel cürümünü-giriş tümcelerinde bahsedilen o cinayeti-işledi; körpecik karısının başını keserek blok çelik yapının çok sayıdaki yangın merdivenlerinden birinin yine saf çelik basamaklarına doğru fırlatıp atıverdi. Derken sığır tüccarı, yaşlı ve zengin bir kovboy olduğunu ele veren giysileriyle esmer, kararlı bir adam, herhalde öldürülen genç kadınla daha önce kaçamak ve de tastamam gayrı-meşru bir aşk yaşadığı için, meydana dalıp, katil kocayı dövmeye başladı.
Neler oluyordu bu meydanda tanrı aşkına? Bu olanları kim nasıl ve kime niçin açıklayabilirdi? Polis anonsu neden yorgunluk belirtileri göstermiş, bekçinin mevcut düzende bir hiç olduğu yüzüne haykırılmıştı... Konuyu Türkiye halklarına misal, ucuz siyasete dökmek neden tam bu noktada ortaya çıkmış, ucuz siyasi söylemler sevmeyen Los-Angeles ahalisinin, hadiseye ve arada işlenen cürüme ilgisi sönerken, sorumluluk kimin üstünde kalmıştı?
Olay bir kurgu değildi işin kötüsü, bu yılın içinde bulunduğumuz ayında gerçekten yaşanmıştı; gerçekliğinin ispatı ise, bir kedinin ve birkaç çocuğun solgun başlarının, bitişikteki çiçekçinin deposuna ait küçük aydınlıktan gözüküp kaybolmasına benzer yerel bulgularla her an yapılabilirdi...
İkinci ve daha önemli kanıtıysa şöyle:
Olay yerinde, öğleye doğru saat on üçte, bloğun ön-batı köşesine 20 Ekim 2009 güneşinin pekmez renkli ilk huzmelerinin ulaştığı, görgü tanıklarının deyileriyle sabittir!
Olayın Öncesi:
Gece bekçisi Dav'ın çalıştığı LUNAAR Şirketinin merkez binası, bulvardaki büyük dört yol ağzının kuzey-doğu köşesindeydi. Bina, mimarının vesveseli biri olması nedeniyle, inanılmaz sayıda yangın merdiveniyle donatılmıştı. Her katın dört köşesinde, personele kahve ve çörek servisi yapılması amacıyla tasarlanmış ferah pencereli mutfaklar bulunurdu. Bir gün o mutfaklardan birisinin çift katlı camları eflatun ve açık kırmızı kuğu resimleriyle süslenmiş penceresi önündeki çelik merdiven basamaklarına genç bir kadının kesik başı düşüverdi. Bildiğiniz üzere kesik baş, gövdenin ve kan izlerinin bulvarda bulunması nedeniyle hep bina dışında arandı, ta ki gece bekçisi Dav, onu basamaklarda bulana kadar...
Gece Bekçisi Dav, çalıştığı büyük şirkette hayata bağlandıkça can sıkıntısına yabancılaşmış, can sıkıntısı yaşamından çıktıkça da, Tanrı, evren, bilim, aşk, siyaset mevzuları onu hiç ilgilendirmemeye başlamıştı. O kadar ki, oturduğu bekçi kabininden kapılara odaklanmış kameraların görüntülerini izleyip kahvesini içerken sadece, neden hiç düşünmediğini düşünüyor ve sadece mırıldanmakla yetiniyordu:
- “Her şeyi düşünmek zorundayım ama her şey diye bir şey yok”!
Dav, yaşadığı kesik baş olayı nedeniyle sorgulanacağından emindi, fakat hadisenin üstünden haftalar hatta aylar geçtiği halde, polisler onun bilgisine başvurmak gereğini bile duymadılar. Bekçi yine de her gece, hem vazifesini yapıyor, hem de annesinin günlük ütülediği takım elbisesi, beyaz gömleği ve kurşuni mavi kravatıyla sorgulanmaya hazır oturup, bekliyordu. Ancak sadece bekliyor, şayet sorgulanırsa, kendisine ne tür sorular sorulabileceğini hiç mi hiç merak etmiyordu.
Bekçi Dav, o cinayet nedeniyle asla sorgulanmadı ve bu durum, Dav'ın deyimiyle baş-savcı hazretlerinin dikkatinden kaçmadı. Gece bekçisi ne denli rahat bir adamsa, baş-savcı da o kadar pimpirikli birisiydi. Nitekim sonradan, merkez karakolundaki tüm polislerin karşı koymalarına rağmen, baş-savcı, bekçiyi sorgulattı. Dav, cinayet günüyle alakalı gördüğü tüm delil ve ipuçlarını tüm ayrıntısıyla anımsıyordu; dolayısıyla tüm çapraz sorulara karşın, düşünmeyen şahıslara özgü netliğini hiç yitirmedi ve kendi bildiği gerçeklerin anlatımını ha bire tekrarladı, durdu.
Olayların SONUNA DOĞRU...
Kapalı üç araba, Adliye önünde durdu. Öndeki arabada, pimpirikli baş-savcıyı denetlemeye gelen teftiş heyetinin başkanı, diğerlerinde ise sıradan müfettişler ve heyetin korumaları vardı. Hiç kimse bu heyetin saygın üyeleri hakkında ön bir bilgiye sahip bulunmasa da, çevredeki halk bir şeyler sezinlemiş olmalı ki, Adliyenin önü birden, meraklı kişilerle doluverdi. Herkesi sanki bir korku sarmıştı. Ortamın bir kahramana ihtiyacı vardı: Yaşlı bir adam, genç bir çifte doğru, ağır, haşmetli adımlarla yürüdü. Üzerinde, zengin sığır tüccarlarının giydiği türden kovboy elbiseleri bulunmaktaydı. Genç koca kızgın ve zayıf, gencecik karısı ise şaşkın ve heyecanlıydı. Taze çiftin umut vadeden hayatları yaşlı, kararlı ve kararlı olduğu için yakışıklı o kovboyun nazarları altında alt-üst kılınmıştı. Yaşlı, adaleli, kendinden emin sığır tüccarı körpe kadıncağıza doğru kararlı adımlarla ilerlerken, çevredeki insanlar, nahoş bir aşkın doğduğunu kavradılar.
Üç kapalı arabadan inen teftiş heyeti, pimpirikli baş-savcıyı sorgulamak üzere Adliyeye yönelmişti. Savcı hakkındaki soruşturma, bir şirkette gece bekçiliği yapan Dav'ın mesnetsiz yere ifade verdiği bir cürüm nedeniyle açılmıştı ve Dav dışarı çıkarken, yemine çekilme sırası, onu sorgulanmaya zorlayan zata gelmişti!
TEK OKUYUCU İÇİN KISA HİKÂYELER
FUTBOL MAÇINDAN NAKLEN
Prof. Dr. Mustafa Erdoğan Sürat
Çok uzaktan bir vuruş! Takımınızın bu maçta yaşadığı ve yaşattığı en güzel anlardan birisi: gol oluyor sert ve isabetli şut ve de ağlara gidiyor...
Bir kış gecesi A.Radyosunda, ilkokul üçüncü sınıftan beri tuttuğunuz renklerin, ezeli rakibiyle oynadığı maçı dinliyorsunuz. M. Televizyonunuzda ise iyimser dangalak, eski-işlere hâkim-yüksek bürokrat Sabırlı TANDO, insanoğlunu mutluluğa taşıyacak erdemleri anlatıyor: efendilik, saygı, yardımseverlik, iyimserlik ve sabır! İyimser dangalak Sabırlı TANDO, bu nitelikler bir araya geldiği zaman saadetimizin nasıl da çakmak görmüş benzin deposuna misal infilak edeceğini anlamıyor, anlamadığı işleri ahaliye anlatmaya çabalıyor, sükûneti mide bulandıran feci bir yüz ifadesiyle... Maç başladıktan kısa bir süre sonra, aşırı heyecana denk bir isyanın içinde büyüdüğünü fark ettin sen! Kadere başkaldırıyor, adeta, takımın yenilirse, tevekkülle aranda güven veren ne varsa, hepsini yitireceğini fark ediyordun. Oysa üçüncü sınıfta, her pazar öğleden sonra yine radyodan maç takibi yapılırdı evinizde. Dışarıda, kendini usulca kışa teslim eden, altın saçlı bir güneş parıldar, rengi güz kırmızısına dönmüş yeşil yapraklar, sarı benizli, incecik, veremli bulutlarla fiskos eder, kendi elleriyle kendi hüzünlerini arttırır, her an Tanrıyı zikrettiklerin ele verircesine titrer dururlardı dallarda.
Maçın ilk köşe vuruşunu karşı takım kullandı, arka direğe doğru ortalanan falsolu top yüreğinizi ağzınıza getirdi. Ekrandaysa iyimser dangalağın gönül sohbeti, eriyip, yanaklarından aşağı, kirli beyaz bir şurup gibi akmada... Gel de bu nasihat meraklısı dangalağın bozduğu sinirlerinle, radyodan naklen verilen futbolun tadına var... Derken golü de yediniz. Durum bir-bir, kahretsin; lafın gelişi, mesela dedik!
Maçlar kader ağınızın parçaları. Yazgınız sizi kimi zaman kültürel nokta atışlarıyla sevindiriyor, ağlatıyor; bazen milli piyangoyla, kimi zaman da iş hayatınızla. Maçlar, kader ağınızın parçaları: naklen yayınlardaki mutlu anlarınızı dondurdunuz; hep aynı yaşta kaldınız. Gönül sohbetlerinin Sabırlı TANDO adlı iyimser dangalağı ise yaşlanmaya devam ediyor; gevşek, huzurlu, namussuz bir hayat onunki, halka zarar veriyor. Cephede ölen tüm çocuklarınızın katili o ve karısı... Onlar : huzurlu dangalak ve sevgili eşi. Her ikisi de ayak-yoluna gitmedikleri zaman kitap yazıyorlar, kitaplarıysa yıvışık söyleşilerinin kâğıtlar üzerine leke misali dökülen yazılı metinleridir.
Huzurlu dangalak, emekli bir üst düzey zat... Bu arada yine gol oluverdi. İki-bir öne geçtiler. Eyvahlar olsun; sizi üzen kader mi, takımınız mı, rakip mi? İki aylık bebesiyle çatıya çıkıp intihara yeltenen genç bir aile reisi bir seferinde şunları söylemişti. Benim sorumluluğum her eve-öyle ÜÇ MÜÇ değil on çocuk isteyen eski darbeci asker- sivilliğinde faşist lider- ve el altından doğum kontrol casusluğu yapan soysuzlardır. Huzurlu dangalağın belki yüz cilt kitabı var, hepsi de huzurlu bir gönlün tek yanlı sohbetleri üstüne, yani ilkokul için düzeyli sonraki yaşamda aşağılık monologlar. Karısı da kitap yazmış: Günlük. Ne günlüğü yahu? Adı günlük sadece. Otuz iki günü birkaç saatte kaleme almıştır muhtemelen... Bu arada sizin takım serbest atış kullanıyor: Çok sakıncalı bir noktadan ( askeri deyimle ) çok tehlikeli bir yerden. ( sivillerin diliyle )
Sivillerin deyimiyle kadın, her tarafa çekilebilecek, münasebetsiz laflar ediyor günlüğünde. “ Göğe baktım, ne kadar mavi ve geniş; oh içim boşaldı “ diyor. Bu durumda sivil sorar: açık havada hacet mi giderdin be kadın? Huzurlu dangalağın kitaplarında zikir, fikir kedi türünden tekir, münker-nekir tuzsuz deli Bekir, taksici Şakir, onursuz ve hakir nevinden huzur tavsiyeleri tıka basa dolu. Yaşasın: serbest atıştan buldunuz golü... Durum, iki-iki şimdi; her şey sıfırdan, yeniden başlıyor.
.
Mustafa Erdoğan Sürat - 19/11/2013 - 17:20 -
|