1 Fauna hayvan topluluklarına flora ise bitki tohluluklarına verilen isimlerdir. |
|
2 orman, insan ve geçmiş zaman Bu dünya bir oyun ve oyalanmadan ibarettir; yaşamasını bilin! ...Bu dünyada ne olduğunuz değil, ne yaptığınız ve nasıl yaptığınız önemlidir. Kalıcı olan, içinde olduğunuz durumlar değil, takındığınız tavırlardır. Bu akşam, köydeki evimin balkonundan mehtabı seyrettim. Güzel görüntüler oluştu. Önce, ayın iki yanında parça bulutlar kademe-lendiler. Sonra, iki yana açılmaya başladılar; ayın yüzü gittikçe par-laklaştı. Vadinin alt tarafından gelen duman , vadiyi ve dağın alt yamaçlarını tuttu. Benim izlediğim yerden aşağısı bulutlarla kaplı, dağın orta yamaçları açık, onun üstü kademeli olarak dizilmiş ve geriye çekilen parça bulutlarla dolu. Yukarıdakiler iyice açıldılar. Vadiye çöken duman yukarıya doğru saçaklandı; yün tarağında taranan yünleri hatırlatıyordu; giderek inceldi, yayıldı ve kayboldu. Hava tam açıldı. Benim evim, dar vadinin bir yakasındadır; öbür yakanın sırtlarında da ay dolanıyordu. Işıkları karşıdan vurduğu için, karşımdaki orman ve çayırlar karanlıktı, görünmüyordu. Derenin şırıltısını bozan bir ses yoktu. Özbağ taraflarında son yıllarda ağaçlar ve özellikle kavaklar iyice bü-yüdüler; bir bahçeye uzanıp uzakları seyretmek, hatta gökyüzünü geniş bir açıdan görmek imkânı bile azaldı. Ağaçlar güneşi kestikleri için eskisi gibi kavun karpuz da olmuyor. Zaten meyvelerde de, kavun karpuzda da , yerli cinsleri bitirdik. Öbürleri de, Kân köprüsü dükkânlarında, dışardan gelip geçenlere satılıyor. Bu benim çok ağırıma gidiyor. Ziraat fakülteleri üniversitelerimizin en eski kuruluşlarıdır; on binlere varan ziraat mühendisimizin de işsiz gezdiğini duyuyoruz. Hiçbir yerli meyvenin, ıslah edilip de, zamana yahut taşımaya karşı direnci artırılarak ticari değerinin yükseltildiğini duymadım. Niçin ? Bizim yaz elmaları, hışhışanlar, gelin elması, değirmi elma, cennet elmaları yok oluyor. Bu gelişmelerin hiçbir anlamı yok mu, ziraatçileri-mizi ilgilendiren bir yanı yok mu, bilemiyorum... Vaktiyle, İspir ve Pazaryolu''ndaki nerdeyse bütün dut bahçelerini kestirip, sitarking ve golden elmaları diktirdiler. Giderek onların ticari değeri de düştü, alınıp satılmaz oldular; olan bizim bahçelere oldu. Ablamın oğlu Rahmetli Avni Hoca ( Hüseyin Avni Âdem) üç beş yıl önce, değirmi elma,yaz elması ve gümüşhane elmasından taze filizler göndermişti; onları dal aşısı yaptırdım. Çok güzel geliştiler; fakat geçen sene ne oldu bilmiyorum, yaz elması kurudu; bu sene de değirmi elma kurudu; gümüşhane de meyve vermedi. Elma ağaçlarının bakımı bana kalırsa olacağı buydu; ama, gene de çok üzüldüm... Pazaryolu''nun evvelki kaymakamı Tuncay Dursun''a, bir keresinde bizim eski meyveleri anlattım; isimlerini saydım ve bunların yok olmalarını önlemeleri gerektiğini söyledim; hiç olmazsa, örnek kabilinden korumaya alınmalarını düşünmesini istedim. Daha sonra geldiğinde, Pazaryolu''nda, eski elmaları ve bunların tarımını bilen insanları topladığını ve örnek bahçeler oluşturduğunu söyledi. Çok sevindim; aferin Tuncay; bunlar da bizim millî değerlerimizdendir. Ayrıca, çevrecilik üstüne dünyada kıyamet kopuyor; bu da çevreciliktendir, inşallah o bapçalar duruyordu r... Her ne hal ise, gelelim Covani''nin düzüne. Burası, iki derenin bulunduğu iki vadinin buluştuğu ve üçüncü bir vadinin oluştuğu yerin sırtlarındadır. Düz denilmesine bakmayın, oralarda, beş on kişinin halay çekebileceği kadar bir yer olursa, oraya düz denilir. Ben buraya çıkıp, çimenlerin üstüne oturduğum zaman, kendimi dünyanın sırtına binmiş gibi hissederim; nice yükseklere çıkmı-şımdır, bu duyguyu başka hiçbir yerde yaşamadım...Öyle, çok yüksek bir yer değildir; ama, aşağıya doğru uzanan vadi ve ormanlar ayaklarınızın altındadır, dört köyü birden seyredersiniz; sonuncusunun sadece minaresi ve çevredeki çayırları görünür. Burada oturduğum zamanlar, yaşadığım güzelliği dostlarımla paylaşmayı hayal ederim. Fakat, aklıma hep aykırı şeyler gelir; ben sahip olduğum bir değeri paylaşmak mı istiyorum, yoksa göstermek mi ? Ne dersiniz ? Çok duyduğunuz bir sözdür, mutluluklar paylaşmakla çoğalır, kederler azalır, derler. Şimdilik kederler bizden uzak dursun; Covani''nin sırtında duyduğum mutluluğun azalacağını bilseydim, yine de paylaşmak ister miydim ? Çok zor bir soru. Bu güzelliği başkaları da yaşarsa, onlar da mutlu olurlar; burası tamam; fakat, benim mutluluğum niye artıyor ? Mutluluğumu artıran şey, onu gösterme ihtiyacım değil mi; sahip olduğum güzelliğin gösterişi değil mi ? Bu, bencillik değil mi ? İnsan doğasının masum bir gereği mi ? Karıştırdım; bir yargıya varamadım... Vaiz diyordu ki, Allah vardı ve hiçbir şey yoktu. Kudreti ve güzellikleriyle görünmek ve bilinmek istedi; evreni yarattı. Evren O''nun aynasıdır, isimleri ve sıfatları varlıklarda yansıdı; farklı bileşimlerde olmak üzere insanda bütünü tecelli etti.. İsterseniz, Vaiz anlatmaya devam ederken , siz kendinize sorun, kaç dostunuzun mutluluğunu bilmek sizi gerçekten mutlu etti? Bu halkayı genişletmek sizin mutluluğunuzu da büyütür ama, bu da ayrı bir konu; kalsın. ispir''e her gittiğimde, Yakup Kadri''nin o güzel cümlesini hatırlarım: ” Yarlar yıllardan, yıllar yarlardan vefasız ” Vaiz diyordu ki, ey insanlar, değişme hayatın kanunudur; ondan kaçamazsınız. Değişme içinizden gelsin; değişmenin motoru siz olun ki, hayata yön verebilesiniz. Hayatın dizginlerini elde tutabilmek, ona üslup ve mutluluk kazandırabilmek için değişmenin sizden gelmesi gerek. Bunun için de inanmış ve korkusuz yaşamanız gerek... Anlıyor musunuz ? ” ”Yalnız Sana kulluk eder, yalnız Senden yardım isteriz ” i yaşamalısınız; özgür olmalısınız...Hayatınızı yıkan korkularınızdır; korkularınızdan kurtulun... Eğer yeterince inanmış değilseniz, korkularınızdan kurtulamamış-sanız, yani siz hayata değil hayat size yön veriyorsa, o size hükmediyorsa, vay halinize..!. Bu dünyada mutluluğun peşinde bir seraba koşar gibi koşacaksınız da, kaybedenlerden olacaksınız; öbür dünyanıza da hiç karışmam... Selin üstünde nefes alan bir çöp olmayın; siz inanmış, coşkun bir sel olun, kendi yatağınızı kendiniz açın. Ey millet, anlıyor musun ? Tarihi bu coşkun insanlar yazdılar, medeniyetleri o kutlu insanlar kurdular..!.Ey inanmış adam, kendinden başla..!. Vaiz konuşmasını sürdürüyordu, ama biraz yüksekten gidiyordu elli yıl içinde yaşadığı büyük değişmeyi, hangi canlı, bir ömür içinde yaşadı da kendisi olarak kalabildi acaba ? Şüpheliyim... Ben, elektirik lambasını üfleyerek söndürmeye çalışan taydaşlarımı gördüm; Bekir Dayı''nın kahvesindeki akümülatör-lü radyonun arkasındaki adamı görebilmek için, uzaktan kıvrananlardan biri de bendim. Şimdi elektironiğin harikaları ile oynuyoruz... Yoksulluğu gördük, acıyı gördük ve şimdi ferah içinde yaşıyoruz. Bütün bunlar bir kuşak içinde oldu. Bu nesil hala yıkılmadıysa, bütün evreni değiştiği halde, o hala ayakta ve kendisi olarak durabiliyorsa, Vaiz''in bunu açıklaması gerekir; alkışlaması gerekir... Geçmiş hakkında konuşup da Abdülhak Şinasi Hisar''ı hatırlamamak olur mu ? Bizim hayatımızın en güzel köşelerini, Boğaziçi''ni, denizde mehtabın ve musikimizin ortak ahengini ondan güzel anlatan oldu mu? Yakup Kadri''nin ifadesiyle, Boğaziçi geçmişe karışıp gittikten sonra ” halin dikenleri batmasın ” diye, maziyi ömrümüze çiçeklerini veren bir bahçe gibi anlatan, musikimizin ahengini ruhumuza salan o değil miydi ? O, Tanpı-nar''ın söylediği gibi, bizimle birlikte var olan ve bizimle birlikte yokluğa giden hatıralara ebedilik kazandırdı. İlk Zeytin ve İlk Türkü... ikinci Dünya Savaşı''nın kırklı yıllarını yaşayanlar, kıtlığın, karnenin ne olduğunu bilirler. Savaşa girmemiştik, ama kapalı ekonomide yaşayan Türkiye''de her şey kıttı ve kefen bezinden ekmeye kadar hepsi karneye bağlanmıştı. Kendi ürettiklerimizin bile, ulaşım yokluğundan ötürü yokluğu çekilirdi. Ben o yılları yaşadım; ama, yoksulluk yahut kıtlığın ne olduğunu bilmem; çünkü çocuktum ve beni mutlu edecek her şey vardı. Bir gün, yaylada, annem, ancak bir avucumu dolduracak kadar kuru dut verdi ve ” Arkadaşlarına gösterme ” dedi. Bu tür bir uyarıya alışkın değildim; annem açıklama yaptı, ” Başka dut yok oğlum, görürlerse onların da canı çeker; veremem... ” dedi. O yaşta bir çocuk için, bu bir yoksulluk değil, bir avuç içi dut zenginliği idi. Bir avuç dutum vardı ve büyük bir keyifle ve gizlice onları birer birer yiyordum... Çocuklarım şimdi gülüyorlar; pantolonuma güzel bir dizlik yama vurulduğunda, o gün yürüyüşüm değişirdi. Bu yokluk değil, yeni bir dizlikti; ama, anlamıyorlar...Annem yamayı yaparken ne düşünürdü bilemiyorum. Biz o günlerden söz ediyoruz ya, yoksulluk Türkiye''de şüphesiz ki çok daha eskiydi. Ben, o eskilerden kalma yoksulluk kültürünün izlerini hala evlerimizde izlerim. Mesela misafire ikram ederken ısrar etmek bunlardan biridir. Misafirliğin edebi, yemekte ise az yemek, ikram edilenden bir tadımlık almaktır. Çünkü ev sahibi belki de, son imkânlarını size sunmaktadır; onun konukseverliğine karşı ölçülü davranmak gerekir. Ev sahibi , yiyin, lütfen biraz daha alın diyecektir ama; siz ''saldırgan'' olmayacaksınız... Çarşının aşağısında Hafız dayının, yukarısında Gülhaslı Ahmet dayının fırınında pide yapılırdı; peynirlisi vardı, kıymalısı vardı. Bazı günler ikindi üstü, - para biriktirmek âdetim yoktu, herhalde ogün babam haslığı fazla vermiş olurdu-Ahmet Dayı''nın tezgâhından bir yarım kıymalı pide alır, yandaki bölmede yerdim. Peyami Safa''nın Be-sim''i zeytinlerini, benim o pideyi yediğim törenle yiyemez, benim aldığım tadı alamazdı... Ben şimdi pidecilerde kıymalı yemem; eğer yerindeyse. Peynirliyi tercih ederim. Yemekten söz açmışken, İlhan''ın babası kasap Memet dayının dönerini de anmalıyım. Bazı Pazar sabahları, babam bizi gönderir, Memet dayıdan döner aldırırdı... Biz fakir bir aile değildik; ama, | zamanlar topyekûn yoksulluk yaşanıyordu. Bugünkü kişisel ve toplumsal düzeyimize nazaran bir bir fukaralıktı bu. Ben bugün lük lokantalarda yediğim yemekleı anında unutuyorken, niçin o günle rin tadını hep arıyorum. Her zaman yiyemiyordun da ondan, diyebilirdi niz. Bu açıklama doğruysa, o za man baylık yahut yoksulluk dediğmiz kavramların hayatımızdaki yderi ve değeri değişmiyor mu? Bana böyle unutamadığım tatlar yaşatan yoksullukla, ağız tadımı unutturan baylığı nasıl tartacağım? Gerçi, baylık, yoksulluk sırf yemekle ilgili bir şey değil şüphesiz, ama yine de bu iş biraz karışık... Dikkat edin, noksan yaşıyoruz gibi geliyor bana; yediğimizi tam yiyemiyoruz. Neyse bunu sonraya bırakalım; gene Vaiz nutka başlayacak... Peyami Safa, gerçekte mi, yoksa Simeranya''da mı, hatırlayamıyorum, insanların yaşadığı acılarla zevklerin toplamının her insanda ayni olduğunu yazar. Eğer bu iddianın gerçekle bir ilişkisi varsa, işler iyice karışır... Mamafih canınız fazla sıkılmasın, zaman ve mekânını denk getirebilirseniz, bu günlerinizde de benzeri bir tadı yaşayabileceğinizi söyleyebilirim. Bu işin önceden senaryosunu kurarak ayni lezzeti alabilir misiniz bilemiyorum. Benim başımdan şöyle geçti: Kaldığım köyden, sabah muhlaması ile yola çıktım; Rize''ye inecek, işlerimi hallederek dönecektim. İndim, işlerimi hallettim ve dönüş yoluna koyuldum. Karnım hafiften istemeye başlamıştı ama, şuydu, buydu derken, yemeden yola çıktım. Çimil Deresi''ne girdiğimde artık iyice acıkmıştım. Ama, biraz daha sabredip Yanmışın Su''da yemeye karar verdim. Çamların dibinden akan pınarın başına geldiğimde, artık zil zurna açtım... Yanımda köy için aldığım ekmekler vardı. Biz sözü burada keselim; şunun şurasında bir baş soğanla bir dilim ekmekten söz ediyoruz... Amma, Said Nursi''nin zarif nüktesini de anlatalım: Biliyorsunuz Kürtler soğanı pek severlermiş ve fukaralık olduğu için de çok değerli imiş. En azından, bizim İspir taraflarında Kürt-soğan ilişkilerine dair fıkralar anlatılır. Kürt beyi coşmuş, hatun kes bir baş soğan daha demiş, ne de olsa ölümlü dünya...Bediüzzaman Diyarbakır''da Ziya Gökalp''le tanışmış. Gökalp her zamanki heyecanlı üslubu içinde Turan''dan, Kızıl elmadan söz etmeye başlamış. Said Nursi bir beyitle cevap vermiş; sonu şöyle: Bin Kızıl elmaya değişmem bir baş soğanı... ilk türkümü hepiniz bilirsiniz: Al almayı daldan al, Rast geldiğim düğünlerde türkülerin sözlerini pek anlamazdım; ezgisine takılır giderdim. İnhisarcı Salim amcanın evine gittiğimizde radyoyu açarlardı. Ben başından ayrılmazdım. Şarkılar türküler söylenirdi; ama, o hırıltı, gürültü arasında sözleri bir yana kaydesini bile izleyemezdim. Bir de ablamın türküleri vardı. Annem akşam gezilerine gittiğinde bazen beni yanına almazdı; bir şekilde çıkar giderdi. Ben farkına varınca oturur ağlamaya başlardım. Ablam da, ayaklı Singer dikiş makinesinin başına geçer, nakış işlemeye başlardı. Makinenin tıkırtılarına ablamın türküleri karışırdı. Neler söylerdi bilemiyorum; ama, giderek benim ağlamalarım da onun türkülerinin ezgisine uymaya başlardı. Ayni kaydeyle ben ağlardım, o türkü söyler nakış yapardı. O hâl üzre uyurdum. Vaiz, Hakk''ın mucizesi diyor; ruhumuzun ahengini keşfediyoruz... Urfa Divanı''nı kim keşfetmiş, Söğüt''ün Erenleri''ni ilk kim söylemiş hiç düşündünüz mü ? Ne kutlu insanlarmış.L Sadece kendinr değil, bir milletin ruhunu âhengej dökmek ne yüce şeydir.!.. Burası bir dağ ve orman köyüdür. Orman işletmeciliği olmadığından, eğer kaçak kesmezlerse ormandan hiçbir yararları olmaz. Yaptıkları yayık ve külekleri ispir''in köylerine satmaya götürürler; karşılığında köyde kalacak olanların kışlık buğdayını alırlar. Başka hiçbir çareleri yoktur. Bu yüzden de her şeyi göze alarak bu yolculuğa çıkarlar. Yakalanırlarsa atları ve yükleri ellerinden alınacak, kendileri de hapishanelerde sürünecektir. Köyde kalanlara ise Allah yardım etsin... Bu yüzden yakalanmamak için her şeyi yapar ve yakalanmazlar. Eğer bir şekilde yakalanmışlar-sa, o zaman da jandarma korksun; çünkü, bu insanlar ne yapıp edip kendilerini ve atlarını kurtaracaklardır; ölmüş eşek kurttan korkmaz... Ben bu köyü tanıdıktan sonra, orman-insan ilişkilerini yeniden değerlendirmek zorunda kaldım. Otuz kırk yıldır artık yayık yahut külek yapmak için orman kesilmiyor; gurbette geçim açıldıkça, orman da bu işlevini kaybetmiş. Orman vadinin iki yamacından, benim evin karşılarına doğru yürümüş geliyor; çok güzel bir manzara. Ancak, bu güzelliğe bakıp da, elli yıl öncesinin insan-orman ilişkileri hakkında yargılara varmak çok yanlış. İşin ilkesinde de, ormana insandan daha çok değer vermek yanlış...Şu anda Türkiye Cumhuriyeti Anayasası''nda, orman suçlularının af kapsamına alınamayacağı yazılı. Adam öldürenler, ocak söndürenler affedilebilir; ama, orman kesenler bağışlanamazlar... Bunun nasıl bir ilkellik olduğunu, nasıl bir fetişizm kalıntısı olduğunu düşünmelisiniz... Ben utanç duyuyorum. Türkiye''de ağacı sevdirmek, ormanı korumak için insanı bu ölçüde aşağılamaya, bu denli ilkel bir tutuma girmeye gerek olmamalıdır. Bir gün Ötüken''de otururken, eski cumhurbaşkanlarından birinin sözünü naklettiler. Hazret demiş ki, ” Ormansız toprak vatan olamaz! ” Lafa bak hizaya gel L.Ben milletimizi binlerce yıllık bozkır çocuğu bilirdim; Anadolu''nun da yüzde yirmisinin orman olduğunu...Demek gerisi vatandan değilmiş... Mehmet Genç, hafifçe başını kaldırarak, ” Efendim, dedi, bu söz ayılar için doğrudur; ama, insanlar için geçerli olduğunu sanmıyorum.” Mehmet Genc''e katılıyorum. Size o yoksulluk günleriyle ilgili en son dinlediklerimden birini anlatayım: İki çocuğun atları yüklenmiş ve bir büyükle birlikte ispir ta- Vaiz diyordu ki, işte bütün mesele, yerin bir de altının olduğunu bilerek yaşayabilmektedir. ” Bu yerin bir de altı var! ” Yerin altını bilmeyen insan insan olabilir mi ? Başkaları için varsa bile,benim için sadece üstü var diyen adam, adam mıdır ? ” Ey insanlar, başıboş bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz ?! ” ( âyet) Hesaba çekilmeyeceğinizi, hayvanlar gibi tıkınıp, tepişerek geçip gideceğinizi mi sanıyorsunuz ? Karanlık gecede kara taşın üstündeki kara karıncayı gören Allah sizi de görüyor; kaçamayacaksınız !... Bu yerin bir de altı var... |