ERZURUM'DAN PORTRELER (4) / BOYACI İSMAİL USTA

ERZURUMLUNUN ORDİNARYUS PROFESÖRÜ:
BOYACI İSMAİL USTA
Mustafa Çetin Baydar

Rahmet-i Rahmana kavuştuğunu duyunca “Halk irfanı çok önemli bir temsilcisini kaybetti, ama bunu kime anlatmalı? Acıyı kiminle paylaşmalı?” diye kıvranmaya başladım. Fakat bu ızdırabım uzun sürmedi. Gördüm ki sevgili ustamız halk nazarındaki adı sanı ile Boyacı İsmail Efendi, bizim sandığımızdan çok fazla gönül ve fikir dostlarına sahip olarak ve onlar üzerinde değil günler haftalar, nice yıllar sürecek bir üstad otoritesi tesis ederek, aramızdan ayrılıvermiş.

İsmail Usta'yı tanıdığımda yaban çiçeği hükmündeki bir Taşra üniversitesi'nin birinci sınıf talebesiydim. Şimdi hesaplıyorum da aramızda kırk yıllık bir yaş farkı varmış. Her delikanlı ömrünü (20) bir nesil kabul edersek, demek aramızda iki nesillik bir psikoloji ve kültür farkı mevcuttu. Ama ustamız bu farkı hiçbir zaman hissettirmemişti. O, tarihin küflü sayfalarından seçtiği canlı tablolarla, zamanın ve kuşakların dışında bir fikir ve düşünce uzayı tesis etmesini biliyordu. Onu bizler gözünde ilginç kılan da sanırım bu vasfıydı.
Geçmişin de gelecek gibi dinamik, öğretici, canlı bir uzviyet olduğunu bu halk mütefekkirinden öğreniyorduk.
Akranlarımın sağlık, seciye ve ömür tüketen sevimsiz işlerle alakadar olduğu o güzelim gençlik çağımı, Boyacı İsmail Usta'nın fikir bahçesine uğrayarak sınırlı da olsa manalandırdığım için kendimi bahtiyar sayıyorum.
Biz ona “İsmail Usta” derdik; “Usta” sıfatı, biz talebelerin muhitinde, onun sanatıyla ilgili olmaktan çok, fikirlerindeki seviyeyi anlatırdı. Nitekim şehir halkı, bizim gibi “İsmail Usta” demez onu zenaatkâr tarafıyle anarak “Boyacı İsmail Efendi” derdi.
“İsmail Usta” yahut “Boyacı İsmail Efendi”..
Kimdi bu ilginç adam?
Yolunu şaşırmış kalabalıkların zaman zaman “pat” diye önüne çıkıp, onlara ışıklı sözler söyleyen bu insan, eski zaman bilgelerini andıran bu tavırları ile hangi bilinmez muhitten geliyordu?
Bu soruların cevabını vermek hayli müşküldür. Çünkü İsmail Usta'nın geldiği fikir ve kültür muhitini anlatmak için izmihlâle uğrayan bir şehrin hikâyesinden bahis açmak gerekir.
Selçuklu ve Osmanlı varlığı'nın mecrasını teşkil eden Türk-İslâm âlemi ile Anadolu arasında irtibatı sağlamak gibi mübarek bir vazifeyi üstlenmiş olan Erzurum, Osmanlı İmparatorluğu'nun sükûtu ile birlikte varlık sebebini de yitirmeye başladı. Bu kültür şehri, son görev olarak yok olmaya yüz tutan devleti, elinden tutup kaldıracak olan “Anadolu Kıyamı”na (Bu tabir merhum İsmail Usta'ya aittir) önderlik etti.
Yeni Devlet, kadim Şark'ın suratına soğuk ve müstehrek nazarlarla bakmaya başlayınca bu istiskalden en büyük payı alan Anadolu Şehirlerinin başında Erzurum geliyordu.
Anadolu'nun şark kapısı , şarkın hayatiyetinden en küçük bir rüzgarla dahi kıpırdamayacak bir hâle gelince eski değerler yosun tutmaya başladı. Bakü, Tebriz, Hıve, Buhara, Semerkant, Taşkent, Ahıska, Revan, Şuşa, Karabağ soluk almayan birer fotoğraf haline geldi. Şarka açılan ticaret yolları kapandı, bu âlemdeki bilgi ve haberleşme ağının merkezleri birer birer sustu. Meddi ve manevi kökler kurumaya yüz tuttu. Şairler bir süre bu ayrılığın hicranını terennüm ettilerse de artık ordan gelen hıçkırıklar da duyulmaz oldu.
İstanbul ve İzmir milletimizin Batı âlemine, Erzurum ise şarkın feyzine ve irfanına açılan kapılarıydı. Bu kapılardan ilk ikisi fonksiyonlarını geliştirerek sürdürürler-ken Erzurum adeta sustu.
Tarih, kültür rekabetlerinin sıcak çatışmalara dönüştüğü sayısız misalle doludur. İşte İsmail Usta, şark gülistanında frenk lalelerine yer açma mücadelesinin en sıcak çatışmalarını en trajik tablolar halinde yaşayan bir beldenin son tanığıydı. Tarihi olayları üst üstü koyarak bir mana ırmağı meydana getiriyor, sonra bu akıp giden deryanın karşısına oturarak talebelerine dersler veriyordu.
İsmail Ustayı ilk kez dinleyenler onun üslûbunda, köroğlu destanı anlatırken bundan vazgeçip tarihi ve sosyal tezler sıralamaya başlayan acaib bir hatip tavrı sezerlerdi. Sözlü düşünme geleneğinin kök saldığı bir yayla şehrinde böylesi sistemli bir düşüncenin temsil edilmesi bir tesadüf eseri olamazdı. Meşrutiyet yıllarında imparatorluk coğrafyasını olduğu kadar bu coğrafya dışındaki Türk dünyasını da kucaklayan Sırat-ı Müstakım dergisinin günümüze kadar ulaşmış talebelerinden biri de İsmail Usta'ydı. Daha sonra Sebil'ü-reşad adını alan ve uzun yıllar yayın hayatını devam ettiren bu dergi, ustamızın fikir toprağını olgunlaştırmış,ona, siyasi ve sosyal tarih konusunda islam ansiklopedistleri ölçüsünde bir formasyon kazandırmıştı. Onun kadar İslâm'ın muhaliflerini bilen az kişiye rastladım.
Hani büyük gazetelerin, ünlü radyo-Televizyonların baş yorumcuları olur. İşte İsmail Usta da ömrü boyunca Erzurum halkının şifahi dünyasındaki “baş yorumcu”ydu.
Onu, kahve veya pastahane masalarında , camii şadırvanları yahut esnaf dükkanlarında günün sosyal, ekonomik ve siyasi hadiselerini anlatırken bulurduk.
Teşhis ve yorumları insanı çarpardı.
İsmail Usta'nın sohbetinden istifade edenler, şehrin sosyal dokusu gereği daha çok Türkçü ve İslamcı gençlerdi.
1980 öncesi öğrenci olayları sırasında ülkücü öğrenciler, solcuların ileri gelenlerini kavga döğüş şehirden kaçırmış, geri kalanları da sindirerek üniversite gençliğine hâkim olmuşlardı.
İsmail Usta, İşte o kavgaların yapıldığı günlerde, yüzlerce öğrencinin yarı tehdit yarı teşvikle toplandığı bir oturumun konuşmacısıdır.
Özensiz kiyafeti, uzamış sakalları ile gençlere bir soru sorarak konuşmasına başlar:
“-Oğul niye döğüşirsiz?”
İsmail Usta'yı işlerine yarar sözler etsin diye kürsüye çıkaran gençlerden biri:
“-Usta, döğdüklerimiz komünist, birbirimizle değil komünistlerle döğüşüyoruz” diye sufle vermeye çalışır.
İsmail Usta o her zaman kullandığı önce hak verir gözüküp ardından eleştiren üslubunu konuşturur:
“-Komünistleri döğmesine döğün ama, bene(bana) ele (öyle) gelir ki ikizin de (iki tarafında) ipi, aynı yerin elinde..
İlmi düşüncenin temellerinden sayılan “eleştirel tavır” bir üniversite mensubu olmadığı halde İsmail Usta'nın en büyük düşünce silahıydı. Bu silahla pekçok insanı sarstığının hikayeleri, anlatılır durur.
Kuruluş yıllarında Atatürk Üniversitesi'nin pekçok Amerikalı hocası vardı.
Bu insanlar Erzurum şehir hayatına da karışır, özellikle halkın hırıstiyanlığa bakışını ölçmeye çalışırlardı.
İsmail Usta, ahbaplık kurduğu bu ABD'li profesörlerden birine:
“-Boş yere heveslenmeyin, bu millet Müslümanlığın bir Allah'ının hakkını verip ona kulluk edemiyor; sizin üç Allahınıza (teslisi kastderek) hiç gücü yetmez.”
Ömrünün son demlerinde, onun ünü, Erzurum sınırlarını aşmıştı. Cumhurbaşkanı, Başbakan ve diğer devletliler Erzurum'a geldiklerinde arayıp sorarak sohbetlerine alıyor, televizyon kanalları onunla program üstüne program yapıyordu.
İşte o günlerde bir ABD Televizyon kanalı Atatürk hakkında bir belgesel hazırlamaktadır. Yabancı yapımcılar askeriyeye başvurarak, Atatürk hakkında konuşacak eski kuşaktan birinin bulunmasını isterler. Bir askeri görevli televizyoncuları İsmail Ustaya getirir:
“-Bunlara Atatürk'ü anlat” Der.
“-Olur anlatayım da, sizin bildiğiniz Atatürk ‘ü mü anlatayım yoksa kendi tanıyıp bildiğim Mustafa Kemal'i mi?”
“- Bunlar farklı şeyler mi?”
“-Bugün anlatılan Atatürk; boyu posu, kuvveti, kudreti ile bir efsane kişidir, oysa benim görüp tanıdığım Mustafa Kemal, bizlere benzeyen, boyu ortanın da altında, düşünceleri ve yaptıklarıyla tam bir beşerdir.. Hangisini istiyorsanız söyleyin onu anlatayım.”
Bu pazarlıktan sonra, İsmail Usta kamera karşısında neler anlattı bilemiyorum. Sözü edilen Amerikan belgeseline, ustamızdan alınmış birkaç saniyelik görüntüye ise onun o zarif eleştirisi yansıtılmadı.
Ama bunlar önemli değildi. Önemli olan efsane ile tarihi birbirinden ayırabilmekti ki, bir halk adamı bu şuuru temsil ediyordu.